TR
EN
Site İçi Arama
Detaylı Arama
Aykut Kocaman: "Oyun yok, kaos var" 1.02.2007
Aykut Kocaman: "Oyun yok, kaos var"
Türk futbolunun en ilkeli ve dik duran genç teknik adamlarından biri. İstanbulspor, Malatyaspor ve Konyaspor derken şimdi Ankaraspor'un başında. Futbolumuzdaki sistemsizliğe çok derin eleştiriler getiriyor. Toplum yapısındaki kaos ve karmaşanın sahaya da yansıdığını düşünüyor. Bunu söylerken sorumluluğu teknik adamlara değil, onlara kafalarındaki oyun planını sahaya yansıtacak zamanı tanımayan anlayışa yüklüyor. Eleştirilerinden, organizasyonun bir parçası olmayı kabul etmeyen futbolcular da nasibini alıyor.

Bir teknik direktörün, daha doğrusu özel olarak sizin kulüp tercihinizde neler öncelikli rol oynar?

Türkiye'de teknik direktörler çok fazla kulüp seçme şansına sahip değil. Kulüp seçebilecek birkaç tane teknik direktör var. Bu işin bir tarafı. Seçebilecek teknik direktör tarafına baktığımız zaman kulübün mali ve fiziki olanakları devreye giriyor. Benim açımdan, kulübü yönetenlerin futbola ve oyuna bakışı önemli. Kim nasıl anlar bilmiyorum ama "olanaklar" diyerek kestirip atmak lazım

Kendinizi hangi sınıf antrenörlerin arasına koyuyorsunuz?

En azından bugüne kadar olan süreçte tercih etme şansım oldu. Ama büyük diye adlandırdığımız kulüplerin dışında oldu.

Ankaraspor tercihimin ilk faktörü Mehmet Şen

Sizi çok seven ve gönüllerinde farklı bir yere oturtan insanlar var. Ankaraspor'la anlaşmanız onları hayal kırıklığına uğrattı. Sanki Aykut Kocaman'la Ankaraspor bir araya gelmez gibi görünüyordu. Bu konuda ne söyleyeceksiniz?

Zor ve sert bir soru bu. Ama beni biraz tanıyanlar sadece işimle ilgili olduğumu bilir. Buradaki bağlantıda en önemli unsur, futbol hayatımdaki en önemli arkadaşlarımdan Mehmet Şen'in Ankaraspor'da menajer olarak işe başlamasıydı. Açıkçası o teklif yapınca, ne para ne de herhangi bir şeyi konuşmadan Ankaraspor'a geldim. Profesyonelce bir davranış mıydı, tartışılabilir. Ama Mehmet Şen benim gerçekten çok sevdiğim ve değer verdiğim bir insandır. Bir de antrenörlük hayatımda en rahat olduğum yer İstanbulspor'du. Çünkü özel koşulları içinde bir profesyonel yönetici, bir idari menajer ve bir de ben vardım. Ankaraspor da bir tarafıyla buna benziyor ve tarzıma uygun görünüyordu. Karar alıp kolay şekilde uygulayabilen, operasyonel bir kulüptü ve potansiyeli de yüksekti.

Peki, umduğunuzu buldunuz mu Ankaraspor'da?

Açıkçası ilk 1.5 aylık periyot son derece sıkıntılıydı. Kulübe bakışta farklı bir mantalite vardı. Ama bana karşı bir saygı da vardı. Sonrasında bunun üzerine eklemek kolay oldu. Başlangıçta oyuncu bazında sıkıntılarla karşılaştım. Bir sezon önce son maçta kümede kalmış bir takımdı Ankaraspor. İki sezonluk periyoduna bakıldığında sürekli oyuncu alınmıştı. Standardın üzerinde olduğu düşünülen oyunculara standardın üzerinde paralar verilmişti. Oyuncu sirkülasyonu çok yüksekti. 3-4 sezon içinde şampiyon olacağı düşünülen bir takım, ikinci sezonunda duvara çarpmıştı. Birikmiş bir oyuncu grubu ve bu grupta da para akışının bir şekilde sağlandığı, Ankaraspor'un kolay bir kulüp olduğu ve dolayısıyla insanların kendini çok fazla sıkmasına gerek kalmadığı havası vardı. Başlangıçta bunu çözeceğimden çok emin değildim. 1.5 aylık periyot, antrenörlük yaşantımın en gergin ve zor dönemi olarak geçti.

Sözünü ettiğiniz problemler sadece futbolcu grubunun yapısından mı kaynaklanıyordu?

Tabii tabii, onun dışında bir şey olmadı. Daha önceki ilişkiler yumağının farklı olduğunu duydum ama ben kendi grubumla ilgilenirim. Kendimi oyuncularla birlikte kulübün çalışanı olarak değerlendiririm ve kendime ait bir dünya kurmaya uğraşırım. O dünya üzerinden başlayarak oyunun örgütlenmesini yapmaya çalışırım. Bu anlamda herhangi bir sıkıntı yaşamadım.

Peki, kendi istediğiniz doğruları oturtabildiniz mi?

Şimdi tam tersini düşünüyorum. Sizin de fark ettiğiniz gibi son derece rahat ve huzurlu görünüyorum. Çünkü gerçekten öyleyim. Benim mutluluğum, umutlarım ya da sıkıntılarım yüzüme yansır. Poker surat değilim yani. Ama şu önyargıyı silmemiz gerek. Şu anda ben Ankaraspor'un teknik anlamdaki profesyonel elemanıyım; bana bir alan verildi, o alanı istedim ve benim açımdan bir problem yok.

Önce kökler sağlamlaştırılmalı

Ankaraspor Süper Lig'e yükseldiğinde Melih Gökçek 5 yıl içinde şampiyonluğa oynayacak bir takımın sözünü vermişti. Ancak plan sekteye uğramış görünüyor. Siz şampiyonluğa giden projenin ne kadarında varsınız?

Beş yıl, dört yıl gibi rakam vererek konuşmak insanların kafasına bir şeyleri sokabilmek için kullanılan bir söylem. Esas olan, Ankaraspor'un köklerini sağlamlaştırabilmek. Bunu yaptıktan sonra yavaş yavaş hamle yapılması gerekiyor. "3-4 sezon içinde şampiyon olacağız, buna uygun yapılanma içine gireceğiz, parayı bastırıp oyuncu alacağız" diyerek dört yılın sonunda yüz binde bir ihtimalle şampiyon olabilirsiniz. Ama ertesi sezon düşmeyeceğinizi garanti edemezsiniz. Benim hayalim hep farklıdır. Kulüpler sağlam zemine oturmalı, gelir-gider dengesini sağlamalı, personeline karşı yükümlülüklerini yerine getirmeli, oyuncularını mutlu etmeli ve başarı denilen soyut kavramı yerleştirmeye çalışmalı. Ankaraspor'da 3-4 sezonluk periyotta çok sağlam, dişli, oyun doğruları yüksek bir takım oluşturabileceğimizi ve yukarılarda 5-6 takım içinde seyreden bir ekip kurabileceğimizi düşünüyorum. Daha istikrarlı ve adımları hep yukarıya doğru olan bir takım hayal ediyorum. Zaten böyle olduğu zaman bir şeyleri elde etme şansınız olabilir. Elde ettikleriniz de sizin kontrolünüzde olduğu için bunları nereye kadar götüreceğiniz konusunda kamuoyuna, takımınıza ve camianıza hesap verebilme durumunuz olabilir.

Türkiye'deki taraftar davranışlarını nasıl değerlendiriyorsunuz? PFDK'nın her toplantısının sonunda hemen hemen bütün kulüpler taraftar davranışları sebebiyle ceza alıyor. Neden bu hale geldik?

Eskiden yaşam bu kadar hızlı ve sert değildi. Bu sertlik içinde herkes bir yere tutunmaya, bir yerde varolmaya çalışıyor. Varolmaya çalışırken bütün gayrimeşru işleri yapıp da meşru kalınabilen en müsait alan da spor sahaları. Küfür de edebilirsiniz, bıçak da çekebilirsiniz, birisini tehdit de edebilirsiniz, her şeyi yapabilirsiniz ve bunların hepsi meşru kabul edilebilir. Böyle bir yerde temiz, oyunu ve kulübü seven taraftarların önüne çıkan gruplar var. Bu gruplar sürekli hoşgörüyle karşılandıkları için çoğalabiliyor. Temel neden bu diye düşünüyorum.

Benim takımım topa sahip olmalı

Futbolculuk yaşamınızı krallık tacını da takan bir golcü olarak geçirmiştiniz. Ancak

Ankaraspor sezonun ilk yarısında en çok berabere kalan takım. Bir teknik direktör tabii ki yarım sezonda her şeyi değiştiremez ama bu beraberlik sendromunu neye bağlıyorsunuz?

Forvet oyuncusunun takımı çok gol atar, defans oyuncusunun takımı az gol yer gibi bir şey yok. Elimin değdiğinin hissedildiği takımlardaki en önemli şeyin şu olması gerektiğini düşünüyorum; takımım topla daha fazla oynayabilmeli. Rakibe daha az top ve daha az gol pozisyonu vermeyi seviyorum. Birinci sınıf Avrupa takımları böyledir. Sürekli uzun toplar, sürekli atak, sürekli pres yoktur orada. Bizim hayatımızdaki kaos sahaya ne kadar yansıyorsa, orada son derece sakinlik vardır. Herkes kendi pozisyonunda oynar. Ancak çok ihtiyaç duyulduğunda tempo artmaya başlar, rakip çok açık veriyorsa hızlı ataklara yönelinir. Ben de kendi takımlarımda hep bunu yapmaya çalışıyorum. Bu da bazen beraberlik getiriyor. Ligimizde zaten dört büyük takım yüksek bedeller ödeyip doğru oyuncuları topluyor. Futbol takımlarının dışında da güçlüler ve ligi domine ediyorlar. Siz diğer oyuncularla takımlar kurmaya çalışıyorsunuz. Bu noktada, "Bir süre içinde şu mesafeleri alabiliriz" deme şansınız yok. Göreve başladığınız gün, istenilenleri yapmak zorundasınız. Dolayısıyla oyuna bakma ve oyunu yönlendirme şansınız olmuyor. Bense oyuna bu şekilde bakıyorum, takım savunmasının çok önemli olduğunu düşünüyorum. Ama kalesinin önünde yığılmış, arada bir pozisyona giren bir takım savunmasından söz etmiyorum. Hâkim oyunu oynatmaya çalışan bir teknik adamım. Rakip sahaya yerleşerek, ayağa paslar yaparak, rakibi döverek değil topla oynayarak baskı altına almayı hedefleyen bir takım oluşturmaya çalışan bir teknik adamım.

Bu anlattıklarınızı dinleyince gözümün önünde Barcelona canlandı.

Barcelona en uç seviyesidir. Eğer bu şekilde gidebilirsek, bugün burun kıvıran ve futbolun dışından gelmiş insanların "beraberlik takımı" dediği şeyin ilerleyen safhada çok doğru bir oluşum olduğunu görüyorum. Takımımın ligin en az pozisyon veren takımı olmasını, en çok berabere kalan takımı olmasını, yenilmemesini isterim. Çünkü bu direnci sağlamış takımı geliştirebilirim. Ben bir adım attım ve bunun doğru olduğunu düşünüyorum.

Savunma aşamasını geçtik

Daha önceki röportajınızda da rakibi devamlı presle ezen oyun anlayışını insafsızca bulduğunuzdan bahsetmiştiniz. Peki takım değiştirdiğinizde elinizde bulduğunuz futbolcu grubu kafanızdaki oyunu sahaya yansıtmaya ne kadar izin veriyor?

Oyuncu grubunun bu konuda ikna olması ve yeterliliğiyle bu süreç bazen çok kısalabiliyor. Mesela Malatyaspor'da ve Konyaspor'da bunu kısa sürede yapmıştık. Ama Ankaraspor'da uzadı. Ankaraspor'daki oyunumuz bu söylediklerime çok uygun bir oyun değil. Sonuçlar anlamında istediğimizi aldık sayılır. Ligin en az pozisyon veren ekiplerinden bir tanesiyiz. Bunlar güzel şeyler ama topun hâkimiyeti ve sahanın üçüncü bölgesindeki etkinlik açısından biraz daha ilerlememiz gerektiğini düşünüyorum. Bunları zamanla yapabilirsiniz. Doğru olduğunu düşündüğünüz şeyleri oyuncularınıza anlatıyorsunuz, onlar ikna olduktan sonra yol almaya başlıyorsunuz. Ama yol alma küçük adımlarla olur. Bu yolda ilerleyeceğiz. Önemli bir aşamayı da geçmeyi başardık.

Gol problemi aslında ligin temel meselesi gibi görünüyor. Geçtiğimiz sezonlara oranla gol ortalamasının düştüğünü görüyoruz. Bunu neye bağlıyorsunuz?

Futbol çok büyüdü, bu büyüyen futbolun içinden herkes payını almaya çalışıyor ve payını alırken de en az zararla sıyrılmaya uğraşıyor. Neredeyse bütün antrenörler savunma tedbirlerini yüksek tutmaya çalışıyor. İkincisi, bilgi çok kolay dağılmaya başladı. Takımların hepsi iyi çalışıyor. Bununla birlikte iyi örülmüş savunma kurguları arttı. Bir de bizim ligimizde son iki sezonda yayın geliri nispeten adil dağıtıldığı için her maç para olarak görülmeye başlandı. Oyuncu biliyor ki, kazandığım sürece bu para bana akacak. Dolayısıyla isteği de artıyor. Hepsi yan yana gelince maçlar daha sert oynanmaya başlandı ve bu sertlik hem pozisyon hem de gol sayısını düşürüyor.

Sizce seyir zevki açısından bir kayıp yok mu ortada? Mesela ben Fenerbahçeli değilim ama sizin de içinde bulunduğunuz Fenerbahçe kadrosunun 103 golle şampiyon olduğu sezon "Keşke bu takım şampiyon olsa" diye içimden geçirdiğimi biliyorum. Bugün giderek düşen gol sayısı futbolseverleri oyundan soğutmuyor mu?

Bence gerçek futbolseverleri soğutmuyor. Çünkü futbol oyunu bir bütün halinde güzeldir. Çok iyi bir savunma, iyi mücadele bana zevk verir. 0-0 biten ama gerilimin ve temponun yüksek olduğu, bana büyük zevk veren pek çok maç var. 103 gollü takıma gelince, bütün lig tarihi boyunca bir defa geldi. O takımı yapabilmek, yakalayabilmek bütün antrenörlerin hayali zaten. Şiir gibi, akıcı oynayan bir takım yapabilmek. Tabii ona yakın takımlar da olmuştur mutlaka ama dediğim gibi öyle bir takım bir defa geldi. Buradan hareketle kendime "O takım bugünkü liglerde yer alsaydı ne olurdu?" sorusunu da soruyorum.

Bugünün futbolunda 100 gol atamazdık

Ne olurdu peki?

Öyle 100 gol atabilmek hiç de kolay olmazdı. O takımın sol beki Şenol Ustaömer bile 6 gol atmıştı. Benim gollerimin 7-8 tanesi de onun asistlerinden gelmişti. Ama bugünün kademeli, daha sert ve fizik gücün yükseldiği futbolunda onları yapabilmek hiç de kolay değil. Elbette ilerleyen periyotta bu sert oyunun içinde de nitelikli oyuncular biraz daha artmaya başlayacak. Eski yıldızların yerini sistem içi yıldızlar alacak. Eskiden 90 dakika boyunca üç hareketini beklediğimiz yıldızlara hiçbir antrenörün tahammülü kalmadı. Bugünün futbolu, eski yıldızların yerine daha fazla koşabilen, üç değil de 23 pozisyonun içinde bulunabilen yıldızları üretmeye başlayacak.

Bu sezon üst sıralardaki takımların çok ciddi puan kayıpları oldu. Bu durumu ligin kalitesinin artması diye yorumlayabilir miyiz?

Ayrıntılı incelemeden önce baktığınız zaman son iki sezonda her şey yok iyi gidiyor. Her takım her takımdan puan alabiliyor. 3-0'lık, 4-0'lık maç sayısı çok az. Her takım her noktaya gelebilir. Böyle bir lig güzel mi, bence çok güzel. Ancak biraz ayrıntılı bakıldığı zaman, aşağıdakiler kendilerini biraz geliştirdi ama yukarıdakilerin inişi daha sert oldu.

Oyun diye seyrettiğimiz şey bir karmaşa

Bunu neye bağlıyorsunuz? Sonuçta yukarıdaki takımların harcamaları yükseliyor, büyük transferler yapılıyor.

Önemli değil ki. Oyun olarak seyrettiğimiz şey bir kaos, bir karmaşa. Sürekli şişirilen toplar, sürekli sert hamleler, taktik fuller. Ama oyun yok. Asıl çözmemiz gereken şey bu. Kulüpler şu andaki yapılanmalarını acilen terk etmeli, profesyonelce yönetilen kurumlar haline gelmeli ve antrenörlere de kafasındaki oyun planını uygulamak için zaman tanımalı. Ama antrenörlerin kafasında da bir oyun olmalı. Bizde durdur, vur, koş, durdur, vur, koş. Belki biraz abartıyorum ama bir şeyin altını çizmek için söylüyorum. İnsanlar da haksız değil, kendilerini korumak istiyor. Zaten ben de birilerini eleştirmek için değil, tespit yapmak için söylüyorum. Ben her şeyden önce bir futbolseverim. Kendi takımımın dışındaki maçları da seyrediyorum ama oyun göremiyorum. Kanat bindirmeleri, çalımlar, ikiye birler, driplingler, futbolu futbol yapan değerler yok. Bu tespiti yaparken, bizi bu ortama sürükleyenin Türk futbolunun içinde bulunduğu durum olduğunu söylemeye çalışıyorum. Sürekli bir kaos ortamının içinde sadece antrenörün "Biz oyuna bakacağız" diye düşünmesi mümkün değil.

Bu kaos tablosu, Avrupa kupalarındaki hüsranımızın da birinci sorumlusu değil mi?

Oyun tarafından bakmaya çalıştığım zaman, organizasyon gücümüz ve becerimiz çok zayıf. Oysa bu anlamdaki yetenek ve güç oyuncularımızda var. Eskiden bu kadar güçlü değildik. İkili mücadelelerde çok zayıftık, savunma ve kademe anlayışımız düşüktü, kolektif bilinç yok denecek kadar azdı. Bunlarda artış sağladık ama tümünü bir araya getirecek organizasyonu başarmak önemli. Oyundan kastım da bu. Oyun organizasyonumuz yok. Bütün güçlerimizi bir araya getirerek herkesin kendi gücünü maksimum seviyede kullanabileceği bir organizasyon oluşturamıyoruz.

Mesela üç büyük kulüp çok pahalı transferlerle bir ekip oluşturuyor. Başına da yine büyük bedeller ödeyerek şöhretli bir teknik adam getiriyor. Hiç değilse bu teknik adamların bu şartlarda bu organizasyonu sağlaması gerekmez mi?

Organizasyon başka bir şey. Sağlayabilenler de oldu, sağlayamayanlar da. Bunun için sağlam zemin yok, anlatmaya çalıştığım o.

Oyuncu, organizasyonda yer almak istemiyor

Ama yabancılar için tahammül sınırlarımız daha yüksek değil mi? Onlara organizasyonu sağlamaları için daha fazla zaman tanımıyor muyuz?

Önemli değil ki. Organize etmeye çalıştığınız oyuncu grubu tamamen kaosun içinde yaşayan bir toplumun üyeleri. Medya, aileler, yöneticiler ve çevre onları farklı yönlendiriyor. Sonra sen teknik direktör olarak oraya geliyorsun ve "Biz düzenli bir takım olacağız, burada senin de bir rolün olacak" diyorsun. Ama oyuncu o rolü reddediyor. Çünkü bu organizasyonda yer almak için iş disiplini ve iç disiplin gerekiyor. Oysa ülkemizde kolay olan iki gazeteciye, iki yöneticiye yanaşarak kendi düzenini kurmaktır. Dolayısıyla bu organizasyonu oluşturamıyorsunuz, kolektif bilinci yüksek seviyeye çıkaramıyorsunuz. Oysa gelişmiş ülkelerin takımları ve onları oluşturan oyuncular öyle değil. Bir işleri, amirleri, kulüp ve takım düzenleri var. Bu düzenin işinde herkes kendi işini yapıyor, yapamadığı zaman yerine bir başkası monte ediliyor. Bizse düzene inanmıyoruz. Çünkü düzen emek, özveri, çalışma ve disiplin istiyor. Böyle bir ortamda "Benim kafamda bu oyun var, hadi çocuklar toparlanalım ve bu oyunu oynamaya başlayalım" diyerek basitçe anlatılan sonuca gidilemiyor. O kadar çok şeyi değiştirmek zorunda kalıyorsun ki bir anda. Eğer gerçekten sadece oyunu düşünüyorsan, son derece yanılgı içindesin demektir. Türkiye'de bir antrenörün en son işi antrenörlüktür aslında.

18 takımlı bir Süper Lig pastası var. Bu pastayı yabancı teknik adamlarla paylaşıyorsunuz. Onların futbolumuza gerçekten katkı sağladığını düşünüyor musunuz?

Futbolu biz bulmadık. Futboldaki pek çok buluşu da biz yapmadık. Pek çok şeyde olduğu gibi yabancılardan aldık. Dolayısıyla yabancıların bu konuda daha muktedir olduğu düşünülüyor. Bir taraftan dünya küçüldü, bilgi dağıldı, herkes üç aşağı-beş yukarı aynı şeyleri yapıyor diyorum ama bu bir şeyi değiştirmiyor. Ben Malatya'ya yerel antrenörden daha avantajlı ve kredim fazla olarak gidiyorum, onlar da büyük takımlara aynı pozisyonda geliyor. Aslında bugünün dünyasında antrenörlük insan yönetme sanatı oldu. Hiçbir antrenör mutfağa girip ürettiği bir sihirli iksirle futbolcularını uçurmuyor.

Aslında yerli teknik adamlar genç yaşlarında büyük takımlarda şans buldu. Oğuz Çetin, Rıdvan Dilmen, Rıza Çalımbay gibi. Eğer onlar başarıya ulaşabilse belki bugün yerli teknik adamların şansı daha yüksek olabilirdi.

Onlar yüzde bir şansa sahip oldukları bir ortamda başarıya ulaşabilselerdi dediğiniz gibi olabilirdi. Ama sadece 1996'da Galatasaray'da Fatih Terim ve Beşiktaş'ta Rasim Kara doğru bir sezonda ve doğru bir şekilde göreve başladı. Bunun dışında yerli çalıştırıcılar hep sıkıntılı ve problemli dönemlerde görevlendirildi. Sezona başlama şansınız yok ki. Başlasanız bile bir ayağınız topal. "3 hafta sonra gider, 5 hafta sonra gider" diye fal bakılarak göreve getiriliyorsunuz.

Teknik adamlık 7-8 sezonda oturur

Avrupa'da son dönemde bir genç teknik direktör furyası var. Neredeyse futbolu yeni bırakmış oyuncular, kulüp tecrübesi bile yaşamadan milli takımlarının başına getiriliyor. Futbolu yeni bırakmış antrenörlerin insan yönetmeyi daha iyi becereceği mi düşünülüyor?

Antrenörlükte her sene hatta her gün bir şey öğreniyorsunuz. Öğrenmesini bilen, doğru bir antrenörün, 7-8 sezonluk periyotta tam anlamıyla oturmuş bir teknik adam seviyesine gelebildiğini görüyorum. İkincisi, antrenör bir kulüpte bazen yüzde 1, bazen de yüzde 99'dur. Bazen çok önemlisinizdir, pek çok şeyi değiştirebilirsiniz ve etkiniz yüzde 99'a kadar çıkabilir. Bazen de kulüp o kadar düzenlidir ki, birikiminizle birlikte o düzeni sürdürmeye uğraşır ve biraz daha itersiniz, o zaman yüzde 1'sinizdir. Genç teknik adamlara milli takımların başında görev veren ülkelerin futbolunda bir oturmuşluk var. Dolayısıyla benim 7-8 sezon olarak söylediğim antrenörlük seviyesini, sadece futbolculuktan gelen tecrübelerinize istinaden size verebiliyorlar. Ben ilk sezonumda yaptığım pek çok işin yanlış olduğunu düşünüyorum. Geçen sezon için bile "Şunları şöyle yapsaydım daha mı iyi olurdu?" diye hesaplaşıyorum kendimle.

Teknik direktörlük yaşamınıza yön verirken en çok kimlerden etkilendiniz?

Bir başkası olmaya çalışırsanız zaten baştan mağlupsunuz. Ama elbette etkilendiğim hocalarım oldu. Bir sezon yardımcılığını yaptığım Metin Türel'in saha çalıştırıcılığı son derece iyiydi. Bir de beni en verimli dönemlerimden birinde oynatmayan Parreira var. İşin bu tarafını o kişiyle ilgili görüşlerimin samimiyetini vurgulamak için söylüyorum. Oynayana da oynamayana da aynı mesafedeydi. Tüm oyuncularına karşı aynı sevimlilikte ya da sevimsizlikte görünüyordu. Kafasında bir oyun vardı ve o oyunu oynatmaya uğraşıyordu. Ağır eleştiriler almasına rağmen, her zaman karşımıza çıkıp "Siz benim söylediklerimi yapın. Dışarıdan gelen seslerle ilgilenmek benim işim" dedi. Bu da bizim işimizi yapmamız konusundaki konsantrasyonumuzu artırdı. Futbola ve oyunculara bakışıyla beni etkileyen Parreira'ydı ama antrenörlük mesleğiyle ilgili olarak Metin Türel'in katkısı büyüktür.

Hiçbir hedefim yok!

Bundan sonraki hedefleriniz neler? 3 sene, 5 sene sonra Aykut Kocaman nerede olacak?

Hiçbir hedefim yok! Şu anda başında bulunduğum Ankaraspor'un, bulunduğu yerden daha ileriye gitmesindeki dişlilerden birisi olabilirsem kendimi mutlu sayacağım. Bunu özellikle bu şekilde söylüyorum. Çünkü dilin kemiği yok, her şeyi söyleyebilirsiniz. Ama o konuşmaların paralelinde davranabiliyor musunuz? Zor. Bu nedenle, konuşmaktan ziyade yapmaya önem veriyorum. Beş sene sonra hedefim Milli Takım, Fenerbahçe diye bir şey yok. Eğer hedefin bugün değilse ve bugün bir şeyler yapamıyorsan, beş yıl sonra "Çok büyük hayallere sahipti ama…" olursun. Yolumu uzattığını biliyorum ama süslü laflar ederek, "Misyonu, vizyonu ne geniş" dedirtmek bana aykırı geliyor. Bugün Ankaraspor'da görev aldım. Takımın ve kulübün gelişiminde bir dişli olabilirsem en büyük hedefime ulaşmış olacağım. Bunu başardıktan sonra başka bir şey olur mu? Su yolunu bulur diyorum. En büyük hedefim hep tercih eden antrenör olarak gidebilmek. Allah göstermesin, tersi olduğu zaman benim adıma sona gelinmiş olur.

18 takımdan sadece biri şampiyon oluyor. Bir de Fortis Türkiye Kupası var ortada. Başarının ölçüsü bu iki kupayı kaldırmak mıdır sadece?

Başarı çok muğlâk bir kavram. Ben kendi açımdan tarif etmeye çalışayım. Takımımın yaş ortalaması çok yüksekti, düşürmem lazım. Bütçesi çok büyüktü, normal hale getirmem lazım. Ayrıca bu takımın ligde rahat bir sezon geçirmesi lazım. Takımımla ilgili "küçük" düşüncelerim bunlar. Eğer bunu yapabilirsem bu sezon için kendimi başarılı addedeceğim. Ha yöneticiler, kamuoyu nasıl kabul eder, onu bilemem.

Mesela Başkanınız nasıl kabul edecek? Yöneticileriniz sizin bu hedeflere ulaşmanızı başarı olarak addedecek mi? Bu konu üzerinde hiç konuştunuz mu?

Özellikle yüksek sürelerle sözleşmesi olan, yaş ortalaması mümkün olduğu kadar düşük takımlar ideal takımlardır. Bu takımlarla yol almaya başlayabilirsiniz. Ankaraspor için başarı bu olmalı. Fenerbahçe geçtiğimiz sezon iki final oynadı ve ikisini de kaybetti, o güne kadar yapılan her şey paramparça oldu. Çalışana saygının çok düşük olduğu bir ülkede yaşıyoruz. Bunu futbol sektörü için söylemiyorum, her meslek grubunda böyle. Herkes bir diğer kişinin işini çok iyi biliyor ve onu çok iyi yapabileceğini söylüyor ama hiç kimse "Kendi işimde nasıl başarılı olurum ya da neden başarısız oluyorum?" diye düşünmüyor. Bu konuda antrenörler çok daha sıkıntılı. Antrenör, çevresinde medyanın, yöneticinin, futbolcunun ve taraftarın bulunduğu organizasyonun tam ortasındaki kişidir. Futboldan gelmiştir ve hayatı futboldur. Mesela ben 23 yıldır futbolun içindeyim. Yatıyorum, kalkıyorum kafamın içinde hep Ankaraspor'la ilgili şeyler var. Ama Ankaraspor'la ilgili en az şey bilen insan da benim. Genellikle bu çevreler tarafından değerlendirme yapıldığı zaman futbolu en az bilenim, yanlış oyuncu değişiklikleri yaparım, oyuncu seçimlerim hatalıdır. Böyle bir düzen içinde başarı ya da başarısızlık nedir?

Gençlik değil yeterlilik önemli

Ediz gibi, Özer gibi oldukça genç oyunculara forma verdiniz. Bu da herhalde biraz önce sözünü ettiğiniz yaş ortalamasını düşürme operasyonunun bir parçası.

Son zamanlarda benim çok genç oyunculara şans verdiğim söyleniyor. Ben yeterliliği yüksek oyuncuyu severim. Özer'i ve Ediz'i genç oldukları için değil, yeterlilikleri olduğu için oynatıyorum ve yollarını açıyorum. Onları şekillendirme şansım var. Ankaraspor veya herhangi bir takım şampiyonluk denilen o sihrin peşinde koşacaksa, birkaç sezon içinde kendi oyuncu tiplemesini oluşturarak başarılı olabilir. Oyuncunun bütün özelliklerini topladığınızda altında eğer istek yoksa hepsi boşadır. Her iki ayağını kullanabilen, çok koşabilen, dayanıklı, süratli, kolay hareket edebilen, yetenekleri olan, karar verme yetisi yüksek oyuncuları yavaş yavaş monte etmek zorundayım. Esas amaç bu. Yoksa genç-tecrübeli oyuncu gibi bir tercihim yok. Aksine işini seven, genç oyunculara önderlik edebilecek tecrübeli oyunculara bayılırım.

Ütopik bir soru olacak ama elinizde bir sihirli değnek olsa ve dünyadan bir oyuncuyu takımınıza almak isteseniz, kimi Ankaraspor'da görmek istersiniz?

Cevaplamak çok zor, hakikaten ütopik çünkü. Ronaldinho mu, son dönemler için Messi mi? Ya da Deco mu? Çok yönlü bir oyuncu çünkü. Hem çok teknik hem organizasyon yeteneği var hem de gol atabiliyor, asist yapabiliyor. Ama düşününce birçok oyuncu akla gelebiliyor.

Hayatımda izlediğim en güzel gollerden biri sizden gelmişti. Bunu da başka bir mecrada yine takip ettim. Latif Demirci'nin Mithat tiplemesi, kız arkadaşı Yeliz'i Kâmil Ocak Stadı'na götürüyor, "Dakika 46, sağdan bir orta geldi, Aykut topu burada aldı, dizinde iki kez sektirdi ve kafayla golü attı" diyerek sizin Gaziantepspor'a attığınız golü anlatıyor. Öyle bir gol tahayyül edilerek mi atılır?

O inanılmaz bir goldü ve anlık bir düşünceydi. Pozisyonu kaçırmamak için yaptığım hamlelerin sonucunda gol geldi. Göğsümle aldım, sol ayağımla vuracaktım, vuramadım. Bu sefer dizimle topu kaldırdım, Yaşar ağabeyin hamle yaptığını görünce kafamla son anda dokunmaya karar verdim Birleşik hareketler zinciri olarak inanılmazdı ama "Bilerek miydi?" derseniz, hayır.

Teknik direktörlük yoğun bir iş. Bu yoğun tempo aile ilişkilerinizi nasıl etkiliyor?

1989'da evlendim. Son 3 yıla kadar önce eşim ve sonra da çocuklarımla birlikte yaşadım. Ama şimdi ailem İstanbul'da. Çünkü düzeni bozamıyorsunuz. Gittiğiniz yerde bir sezon bile kalma garantiniz yok. Ben işten eve yaşayan bir insanım ve ailemden uzak kalmak hem benim hem de onların açısından sıkıntıya yol açıyor. Özellikle İstanbul dışında geçen son üç sezonumda sabah işe geliyorum, akşam otele yatmaya dönüyorum. Günümün tamamını futbolcularımı ve takımımı düşünerek geçiriyorum. Bu durum beni bir tarafıyla köreltti. Tabii ki sınırı biliyorum ve yüzde 5 de olsa hayata dönük bir şeyler yapmaya çalışıyorum. Ama işim düşünme yoğunluklu olduğu için konsantrasyonumu hiç düşürmemem gerekiyor. Eğer konsantrasyonunuzu düşürürseniz takımınızı yavaş yavaş kaybedersiniz.

Röportaj: Mazlum Uluç-Cem Zamur