TR
EN
Site İçi Arama
Detaylı Arama
Engin İpekoğlu: "Devir çabukluk devri" 1.08.2008
Engin İpekoğlu: "Devir çabukluk devri"

Sakaryaspor'dan Milli Takım kalesine çağrılarak sivrildikten sonra Beşiktaş ve Fenerbahçe formaları altında kariyerini taçlandırdı. 11 yıl ay-yıldızlı kadroda yer aldı. Başlangıçta tereddütlü çıktığı teknik direktörlük yolunda adım adım ilerliyor. Bursaspor'da verdiği olumlu sinyalleri, geçtiğimiz sezonun sonunda göreve geldiği Kocaelispor'u Süper Lig'e taşıyarak güçlendirdi. Futbolun dinamik ve çabuk oyuncularla oynandığında başarı getiren bir oyun olduğuna inanıyor ve Euro 2008'de sahnelenen anlayışın da bu tezini güçlendirdiğini düşünüyor.

Röportaj: Mazlum Uluç

Ümit Milli Takım'da başlayan antrenörlük kariyerinizi Bursaspor'da sürdürdünüz. Ardından Karşıyaka ve geçtiğimiz sezonun son döneminde de Kocaelispor… Öncelikle futbolu bıraktıktan sonra bir süre ara verdiğinizi görüyoruz. Bu kopuşun nedeni neydi, sonrasında neden antrenörlüğe döndünüz?

Fenerbahçe'de oynadığım dönemdeki bir röportajımda ileride teknik direktörlüğü kesinlikle düşünmediğimi söylemiştim. Yaşadığım bazı olaylardan yola çıkarak böyle demiştim. Çünkü maalesef zaman zaman birçok teknik adam gerek teknik gerekse idari anlamda istemediği şeyleri yapmak zorunda kalıyordu. Tabii bunları yaşayan ve bir takım haksızlıkları gören birisi olarak "Bu işi yapmak zorunda mısınız? İşini kuralı bu mudur?" diye düşünmüş ve "Bu işi yapamam" kararına varmıştım. Futbolu bıraktıktan son 1.5 sene ara verdim ama herkes ısrarla "Ne zaman antrenörlüğe başlıyorsun?" gibi söylemlerle geliyordu. Sonra oturup "Ben bu işi yapabilirim" diye düşündüm. Önümde iyi örnekler de vardı ve "Acaba ben de dürüst bir biçimde bu işi başarabilir miyim?" diyerek bir kere denemeye karar verdim. Bu işte adil olmak çok önemli. Futbolcu kadrosunu oluştururken siz oyuncularınıza adil olduğunuz izlenimini verirseniz işin zaten yüzde 75'ini hallediyorsunuz. Daha önce teknik adamlığı neden düşünmediğimi de bu sözümden yola çıkarak bulabilirsiniz. Bursaspor'da Raşit Hocam ayrılıp tek yetkili olarak görevi devraldığımda bu işin adil bir şekilde yapılabileceğini de gördüm ve "Yola devam" dedim.

Bir döneme damgasını vurmuş usta bir kaleciydiniz ama kaleci antrenörlüğünü tercih etmediniz.

Bu işi yapacaksam en üst düzeyde yapmak istedim. Futbol hayatımda da hiçbir zaman bulunduğum konumla yetinmedim. Ukalalık gibi algılanmasını istemem; bunu genç arkadaşlarımıza da örnek olması için anlatıyorum. 10 yaşımda futbola başladım ve hep bir üstünü hedef aldım. 17 yaşımda Avusturya'da 3. Lig'de oynamaya başladım ve olay oldu. Sonrasında "2. Lig takımında oynayabilir miyim?" diye düşündüm. Ardından Sakaryaspor'dan teklif aldım ve Türkiye'ye gelip profesyonel oldum. 1. Lig'de oynamakla da yetinmedim ve dört büyükten birine gitmeyi hedefledim. Bunun için de belli bir çaba göstereceksiniz. Çalışma azmim ve gayretim sonucu Beşiktaş'a gitmeden Milli Takım'a seçildim. Antrenörlükte de böyle. Eğer ben 11 sene A Milli Takım kadrosunda bulunduysam, Beşiktaş ve Fenerbahçe'de üst düzeyde futbol oynadıysam, antrenörlüğü de üst düzeyde düşünmeliyim.

Futbolculuk döneminde birçok teknik adamla çalıştınız. Teknik adamlık kariyerinizi oluştururken kimleri örnek aldınız?

Kötü örneklerin yanında elbette birlikte çalıştığım ve örnek aldığım çok değerli teknik adamlar da var. En başta da Fatih Terim geliyor. Özellikle Euro 96'ya katılan Milli Takım oyuncularının herhalde tamamına yakını Fatih Hocamı örnek alıyordur. Keşke onun elde etmiş olduğu başarıları biz de yakalayabilsek. Keza Parreira inanılmaz bir teknik adam ve insandı.

Bu isimleri hangi yönleriyle örnek alıyorsunuz?

Fatih Hocanın farklı bir tarzı vardı. Hem okşar hem ısırırdı. Parerira da çok iyi niyetli bir insandı. Bir gün yüksek ses tonuyla konuştuğunu duymadım. Adaletli bir hocaydı. Mustafa Denizli ve Gordon Milne de benim için önemli teknik adamlardı.

Gordon Milne, daha sonraki dönemlerde oldukça eleştirildi.

Her ne kadar eleştirilse de çok farklı bir teknik direktördü. Futbolculara bakış açısı şuydu: "Sizler profesyonelsiniz. Kaçta yatıp kaçta kalkacağınızı söylemem. İsterseniz sabaha kadar gezip eğlenin ve direkt antrenmana gelin. Benim elimde 24 kişilik kadro var. Kim iyiyse o oynar, bazıları kulübede oturur, bazıları da tribüne çıkar. Onu da beğenmeyen başka kulüplere gider." Milne, benim çalıştığım en düzgün antrenörlerden birisiydi.

Siz de oyuncularınıza Milne gibi mi bakıyorsunuz?

Zaman zaman tabii ki öyle davrandığım noktalar oluyor ama insanımızı yakından tanıdığım için takımımı Milne kadar serbest bırakmam. Çünkü aşırı serbestlik maalesef suiistimal edilebiliyor. Bunun yanında Venglos, Osieck ve Ivic de birlikte çalıştığım çok değerli teknik adamlardı ve kendime göre hepsinden bir şeyler aldım.

Futbolcu önce insandır

Yeni jenerasyon teknik adamlarla konuştuğumda kendileriyle eski dönem teknik adamların farklı olduğunu söylüyorlar. Mesela Abdullah Avcı, "Ben, futbolculuğumda bana yapılanları oyuncularıma yapmıyorum" demişti. Siz de aynı düşüncede misiniz?

Kesinlikle doğru. Hocamızın karşısında bacak bacak üstüne atamazdık. Ya da antrenmandan sonra bacağımızı uzatıp dinlenirken görülürsek fırça yerdik. Ama futbolcu dinlenecek. Adam antrenman yapmış, bırak istirahat etsin. Bu bir saygısızlık olarak değerlendirilmez ki. Bunları yaşayıp gördüğümüz için bizler mümkün olduğu kadar futbolcularımıza öncelikle insan gözüyle bakıyoruz. Tabii ki yeri geldiğinde teknik ve taktik anlamda onlara müdahale edeceğim, uyaracağım ama futbolun dışında ben burada oturuyorsam oyuncum yanıma gelecek, sohbet edeceğiz, gülüp eğleneceğiz. Tabii ki bir disiplin ve otorite de olacak. Futbolcunuz sizi suiistimal ediyorsa zaten gereken önlemleri anında alırsınız. Ama bugüne kadar çalıştığım hiçbir takımda böyle bir problem yaşamadım ve dilerim bundan sonra da yaşamam.

Bu ülkede yerli teknik adam olmanın sorunları da var.

Maalesef toplum olarak yabancılara aşırı sempatimiz var. Yabancıya neden 4 ay sabrediliyor da Rıdvan Dilmen 5 haftada gidiyor?

İletişimin bu kadar geliştiği, bilginin bu kadar hızlı dolaşabildiği bir çağda aslında arada çok fazla bir farkın da bulunmaması gerekir değil mi?

Bakın iddia ediyorum, şu anda Avrupa'da bir teknik direktör ne biliyorsa, Türk teknik adamlar da en az onun kadar biliyor. Bu zaten uluslararası bir program. Öğrenilen, geliştirilen bu programları herkes günü gününe takip ediyor. Teknik adamlar arasındaki farkı gözlem, oyunu iyi okuyabilme, anında doğru biçimde müdahale edebilme gibi faktörler oluşturuyor.

Bursaspor'da teknik direktörlüğe ilk başladığınız günlerinizden söz edelim isterseniz. Raşit Çetiner gittikten sonra hedefleriniz neydi, neler yaptınız, neleri değiştirdiniz?

Raşit Hocam görevi bıraktığında 12 haftada 11 puanımız vardı. Sanırım 14. sıradaydık. Sonuçta ligi 45 puanla bitirdik, Beşiktaş maçı hariç bütün büyük maçları kazandık. Bursaspor'un son 6 senede elde ettiği en yüksek puana ulaştık.

Böyle bir ortamda Bursaspor'dan ayrılmanızın sebebi neydi?

Türkiye'de maalesef "onun adamı, bunun adamı" gibi bir yanlış mantık var. Beni Levent Kızıl'ın adamı olarak gördüler ve o bırakınca biz de yeni yönetimle vedalaştık.

Karşıyaka'daki döneminiz, daha doğrusu oradan ayrılış öykünüz oldukça ilginç. Çünkü futbolcularının alacaklarını isteyip, bu isteği yerine getirilmeyince görevini bırakan çok fazla teknik direktör yok.

1. Lig'de çalışmayı düşünmüyordum. Ancak Karşıyaka'ya fahri sportif danışman olan Rıdvan Dilmen'in, "İki yıllık plan-program yapıyoruz. İki yıllık da sözleşme yapacağız. Sözleşmene mali anlamda istediğin şartları koyabilirsin. Bu sezon yeni bir iskelet kadro oluşturmak ve çıkabilirsek play-off'a çıkmak istiyoruz. Önümüzdeki sezon da birkaç takviyeyle Süper Lig'e çıkmak için oynayacağız" sözleri beni ikna etti. Yönetim kurulu da aynı düşüncedeydi. İlk sezon için üzerimizde bir baskı oluşmayacaktı ve görevi kabul ettim. Sezon başında her şey pembeydi. Ancak sonrasında ciddi anlamda sıkıntı çekmeye başladık. Benim alacaklarım bir tarafa, futbolcularımızın maç başına alacakları içeride duruyordu. Bunları dile getirdiğimde yöneticilerimiz bana para işleriyle ilgilenmememi söyledi. Ben ilgilenmeyeceksem kim ilgilenecek? Oyuncuları belli bir noktaya kadar motive edebilirsiniz ama 26-27 maç para almamış oyuncuları nereye kadar taşıyabilirsiniz? Oyuncuya antrenmanda laubali davrandığında bir söylersiniz, iki söylersiniz ama "Hoca para mı alıyoruz ki?" dese orada siz bitersiniz. Böyle bir şey yaşamadım ama iş o noktaya kadar geldi. Sonuçta el sıkışıp ayrıldım.

Ben sahada o topu yerim

Kocaelispor'dan gelen teklifi kabul etmeniz de bir risk gibi duruyordu. Çünkü takım Süper Lig'e direkt çıkma şansını kaybetmiş gibi görünüyordu.

Kocaelispor o sırada üçüncü sıradaydı. Sakaryaspor ve Antalyaspor üzerimizde yer alıyordu. Onların puan kaybetmesini bekleyip üç maçımızı da kazanmak zorundaydık. Üç maçımızın ikisi deplasmandaydı ve takımın deplasman performansı parlak değildi. Bu tablo elbette ürkütücüydü. Başarılı olmam için yapılacak tek şey takımı ilk iki içine sokup direkt Süper Lig'e çıkarmaktı. Takımı yakından tanıdığım için bu kadroya güvenerek görevi kabul ettim. İlk hafta biz deplasmanda Kartal maçını kazanırken, Sakaryaspor ve Antalyaspor içeride kaybetti ve kendimizi bir anda zirvede bulduk. Artık oradan aşağı düşemezdik. Oyuncularıma da "Elimize böyle bir fırsat geçmiş. Ben sahada o topu yerim" dedim. Birçok genç arkadaşımız belki de futbol hayatları boyunca böyle bir fırsatı bir daha eline geçiremeyecek. Gerçekten de insanlık anlamında müthiş bir kadromuz var. Hak ettikleri bir şampiyonluğu kazandılar ve Süper Lig'e çıkmayı başardık.

Bu üç maçta neleri değiştirdiniz de böyle bir başarıya ulaştınız? Bu kadar kısa süre içinde yapılacak çok fazla şey yoktu aslında.

Takımla çok fazla oynama yapmadım çünkü o şablonu bozmam doğru olmazdı. "Bunu ben yaptım" havasına girdiğiniz zaman iş tersine dönebilirdi. Elbette saha içinde yaptığımız doğru müdahaleler oldu ama mantıklı olan düzeni bozmadan üzerine bir şeyler koyabilmekti. Bunu da başardık.

"Kaleciden teknik direktör olmaz" gibi klasik bir anlayış var. Gerçi birçok kaleci, antrenörlük yaşamında bu deyimi geçersiz kıldı ama siz bu konuda neler söylersiniz?

Kaleciden olabildiğinden daha iyi teknik direktör olur. Çünkü oynadığı dönemde saha içinde her yeri gözlemleyen, önündeki savunmayı uyaran, nasıl pozisyon alacağını gösteren, ölü toplarda adam paylayışımı yaptıran kaleci zaten yarı antrenör gibidir. Bu anlamda teknik adamlığa zaten antrenmanlı geliyorsunuz. Önümüzde iyi örnekler de var. Parreira, Şenol Güneş, hocaların hocası Metin Türel gibi.

Bu soruyu "Kaleciden antrenör olmaz" anlamında sormadım zaten. Öğrenmek istediğim, bir kalecinin teknik adamlıkta hangi avantajlara sahip olduğu.

Bir defans oyuncusu transfer ederken yanılma ihtimalim çok düşük. Hayatım defansla iç içe geçti. Üst düzeyde futbol oynadım ve en azından futbolcudan anlarım. Oyunu organize ederken orta sahayla da iç içesiniz. Bir de rakip forvetlerle mücadele ediyorsunuz. Bu anlamda, kalecilerden olabildiğinden daha iyi teknik direktör olur diye tekrar ediyorum.

Futbol strateji oyunu

Kazanmak mı, iyi oyun mu? Bu çok tartışılıyor. Elbette ikisinin bir arada olması en güzeli. Ancak günümüzde teknik adamların uzun vadeli programlar yapması çok zor. Onlardan bir an önce sonuç almaları isteniyor. Neticede onlar da bir oyun şablonu oturtmakla vakit kaybetmektense kısa yoldan kazanacak formülleri arıyor ve bu nedenle ortada oyun kalmıyor.

Türkiye'de teknik adamla 3 yıllık anlaşma yapmanın ne anlamı var? Eğer 3 yıllığına getirdiysen sonuna kadar sahip çık, değerlendirmeni de üçüncü yılın sonunda yap.

Neden yalandan üç yıllık, beş yıllık mukaveleler yapılıyor, anlayamıyorum. Futbol şablonunu oturtmaya gelince; tabii ki özellikle yeni jenerasyon antrenörlerin amacı güzel futbol. Futbolcu oynadığı futboldan keyif alacak. Artı bol gol olacak ve bu da yetmez, kazanacaksın. Bunların hepsini bir arada başarmak mümkün değil. Tabii ki zaman zaman sezon içinde 4-5 maç bu hedefe ulaşabilirsiniz ama genel anlamda birçok teknik adam rakip takımı oynatmamaya dönük bir anlayışla sahaya çıkıyor. Bu konuda kimseyi de suçlayamayız. Sonuçta futbol bir strateji oyunu. Eğer ben rakip takımı oynatmayıp

kazanabilirsem sahaya bu kurguyla çıkarım. Ama rakip takım üzerime gelsin, kontrataklarda zaafı var diye düşünüp sonuç alabiliyorsam da bunu yaparım. Evet, ikisinde de göze hoş gelen futbol yok ama sonuç var. Olgun ataktır, kanat varyasyonlarıdır, bindirmelerdir, bol pastır, bunlar saha içinde antrenmanlardaki gibi yapılamıyor. Elbette bunların çalışması yapılır ve sahada da sonuç alınmaya çalışılır. Ancak dünya genelindeki istatistiklere baktığınızda olgun atakla oluşan gollerin oranı yüzde 15. Siz istediğiniz kadar olgun atak geliştireceğim, göze hoş gelen futbol oynayacağım diye çalışın, sonuç itibarıyla futbol bir strateji oyunudur ve o gün stratejisini doğru belirleyen teknik adamın takımı kazanır.

Bu sözlerinizin ışığında bu sezon nasıl bir Kocaelispor izleyeceğiz? Her maçta rakibin durumuna göre bir strateji belirleyen bir Kocaelispor mu olacak sahada?

Bursaspor'da görev aldığım dönemde de aynı şeyi uygulamıştım; tabii ki rakibe göre bir strateji belirleyeceksiniz. Mesela bir Denizlispor'a karşı oynadığınız gibi Fenerbahçe'ye karşı oynamayacaksınız. Buradaki güç dengeleri çok önemli.

Yeni çıkmış bir takım olarak Süper Lig'deki hedefleriniz neler?

Şampiyon olduktan sonra başkanla oturup konuştuk. "Öyle bir takım oluşturalım ki, 5 senelik büyük çabaların sonucunda Süper Lig'e çıkmış bir ekip olarak bir daha tehlikeli bölgelerde dolaşmayalım" fikrinde birleştik. Kadromuzu da buna göre şekillendirdik.

Kocaeli sanayileşmiş bir şehir ve bu konuda İstanbul'un hemen ardından geliyor. Ancak şehir bu potansiyelini futbol takımının gücüne katkı anlamında yeterince kullanamıyor gibi görünüyor.

Hem ekonomik hem de futbol coşkusu anlamında İstanbul ve Kocaeli önde geliyor. Ancak destek olmadan bir noktaya varmak mümkün değil. Özellikle Belediye Başkanlarına büyük görevler düşüyor. Burada Belediye Başkanımız İbrahim Karaosmanoğlu'na teşekkür ediyorum. Çünkü geçtiğimiz sezon takıma inanılmaz destek verdi ve bu desteğini halen sürdürüyor. Bu yardım olmazsa rekabetin içinde yer almak mümkün değil. Çünkü öyle büyük bütçeli rakiplerle mücadele ediyorsunuz ki… Fenerbahçe'nin aldığı bir tek oyuncunun maliyeti bizim bütçemizin beş katı. Sonra bizden Fenerbahçe'nin sahasında kazanmamız bekleniyor. Tabii ki futbolun içinde bunlar var ama aslında işin matematiğine aykırı. Bu rekabetin içinde olmamız bekleniyorsa şehrin de takıma maddi anlamda destek sağlaması gerekiyor.

Çabuk oynayan kazanır

Dünya Kupası, Avrupa Şampiyonası gibi organizasyonlar oyun sistemleri üzerinde kalıcı etkiler bırakıyor. Sizce Euro 2008'in getirdiği en önemli yenilik neydi?

İspanya gerçekten çok iyi futbol oynadı ve Aragones'in yaptığı katkıları göz ardı edemeyiz. Bir kere son derece dinamik oyunculardan kurulu bir takımdı. Zaten günümüz futboluna baktığımızda başarılı takımların birçoğunun dinamik oyunculardan kurulu olduğunu görüyoruz. Saha içinde çabuk düşünen, çabuk oynayan, süratli koşabilen futbolcuların çoğunlukta olduğu takımlar başarılı oluyor. Biz de Kocaelispor kadrosunu oluştururken bütçemiz elverdiğince bu tür oyuncu seçimleri yapmaya çalışıyoruz. Euro 2008 öncesi Sırbistan karşısında izlediğim Rusya da benim favorilerimden biriydi. Nitekim yarı final oynadılar. Rusya'nın özelliği de çabuk ve dinamik oyundu.

Milli Takımımızın Avrupa Şampiyonası'ndaki performansını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Şampiyona başlamadan önce bir sohbet esnasında Levent Kızıl Başkanıma "Hiç merak etme, yarı final oynarız" demiştim. Milli Takımımızdan gerçekten çok ümitliydim. Çünkü Fatih Hocamın ve yardımcılarının doğru işler yapacaklarına inanıyordum.

Kattığımız heyecan ve ulaştığımız yarı final dışında başlangıçta oynadığımız futbol eleştirildi ama.

Bence burada yanlış bir mantık var. Son dakikada gol atmamız gündeme getiriliyor. Hakem bitiş düdüğünü çalana kadar maç devam ediyor ve o takım da 121. dakika gol atıyor, pozisyon üretmek için çabalıyor, koşuyor ve mücadele ediyorsa buna saygı duymak gerekir. Demek ki orada çalışılmış bir şeyler var ve takım 121. dakikada pozisyon üretilebiliyor. İnsanların işin bu tarafına da bakması gerekir.

Eski bir milli kaleci olarak Türk kaleciliğinin bugün geldiği noktayı nasıl yorumlarsınız?

Kalecilere, koruduğu kaleye gelen her topu tutması gerektiği gözüyle bakılıyor. Ama böyle bir kaleci yok. Bizde kaleciler inanılmaz biçimde eleştiriliyor. Ama geriye dönüp baktığımızda elemelerdeki Yunanistan ve Norveç maçlarında kalecilerin yaptığı hataları hatırlıyoruz. Bunlara bir de finallerde Cech'in yaptığı hatayı ekleyin. Acaba o kaleciler ülkelerinde bizdeki kadar yerden yere vuruldu mu? Nikopolidis finallerde de takımının kalesini koruyordu. Bizde olsaydı o kaleciyi asardık! Bence Türkiye'de hiçbir şekilde kaleci sıkıntısı yok. Rüştü de Volkan da şimdi bize gelen Serdar da son derece yetenekli kaleciler. Bugün çok sayıda Türk kalecinin liglerde oynaması da rekabeti ve dolayısıyla kaliteyi artırıcı bir faktör.

Ligdeki takım sayısı artırılmalı

70 milyon nüfuslu Türkiye'nin, insan potansiyelinden oyuncu anlamında yeterince faydalandığını düşünüyor musunuz?

Oyuncu arama faaliyetlerinin bir düzene oturduğunu biliyorum. Ancak bence bu kadar nüfusa ve bu kadar fazla kente sahip bir ülke açısından 18 takımlı lig yeterli değil. Bu çaptaki bir ülkenin en az 20-22 takımlı bir lige sahip olması gerekiyor. İşin sosyal boyutunu düşündüğümüzde de neden Mersin, Diyarbakır, Adana, İzmir, Van gibi şehirlerden bu ligde takım bulunmasın?

Bu sezonun en iyi transferleri kim?

Maliyet açısından baktığımızda Güiza gibi görünüyor ama bence Emre Belözoğlu. Çünkü Emre bir şeyleri yeniden ispat etmek zorunda.

Eski bir Galatasaraylı oyuncunun Fenerbahçe'de kabul görmesi kolay mı? Siz de benzer bir örneği Beşiktaş'tan Fenerbahçe'ye giderek yaşamıştınız.

Bizim dönemimizde biraz daha zordu. Ama artık insanlar bu tip transferlere alışmaya başladı. Yine de Galatasaray-Fenerbahçe arasındaki rekabetin büyüklüğü başlangıçta Emre'ye karşı tepkiler doğurabilir. Ancak her şeyin Emre'ye bağlı olduğunu düşünüyorum. Eğer sahada iyi şeyler yaparsa seyirci onu omuzlarında taşıyacaktır.

Şampiyonluk yarışını nasıl görüyorsunuz?

Bu sezon klasik rekabete Trabzonspor'un da katılacağını düşünüyorum. Trabzon şehri yapısı itibarıyla takımını o yarışın içine itiyor. Bu sezon yapılan transferlerle de Trabzonspor bir ivme kazanacaktır.

İdealinize en yakın futbol oynayan takım hangisi?

Geçtiğimiz sezon Sivasspor'u çok beğenmiştim. İyi kapanıyorlar ve çok çabuk kontratağa çıkıyorlardı. Benim de takımıma uygulatmak istediğim sistem bu. Eğer ben iki-üç pasla rakip kaleye gidip pozisyon üretebileceksem neden kendi yarı alanımda top çevirerek oyalanayım? Futbol çabuk düşünen ve oynayan futbolcuların oynadığı bir oyun haline geldi. Benim oyun felsefem de bu.

Engin İpekoğlu'nun teknik adamlıktaki nihai hedefi nedir?

Fatih Hocam bu gidişle 2022 yılına kadar Milli Takım'da kalır (Gülüyor). Tabii ki belli hedeflerim var. Ama şu da bir gerçek ki ben teknik direktör olarak rüştümü ispatlamak zorundayım. İstikrarlı bir şekilde Süper Lig'de birkaç sezon takım çalıştırmam ve elle tutulur bir başarı elde etmem lazım. Sonrasını ise ancak bunları başardıktan sonra düşünebilirim.