TR
EN
Site İçi Arama
Detaylı Arama
Bir 'Vefa' abidesi; Galip Haktanır 30.04.2007
Bir Vefa abidesi; Galip Haktanır

Başka devrin çocuklarından biri. 1943 yılında başladığı futbol serüvenini 1957 yılında aynı forma altında tamamlayan, her şeyini özdeşleştiği kulübüne vermiş bir beyefendi. Soğuk günlerde üşümemek için eşinin hazırladığı gazeteyi formasının içine sokup öyle sahaya çıkan, milli müsabaka için gittiği Viyana'dan kendi kulübü Vefa'ya, beğendiği yeşil-beyazlı formayı kendi cebinden alan bir amatör ruh.

Röportaj: Cem Zamur

15 Nisan Pazar günü İstanbul harika bir bahar sabahına uyanıyor.

Avrupa'dan Asya'ya geçerken, içimizde Avrupa yakasında yer alan bir büyük fakat artık esamisi okunmayan takımın, gelmiş geçmiş en büyük, ismi kulübüyle özdeşleşmiş oyuncularından birini tanıyacak olmanın heyecanı var. Sadece telefonda konuşurken bile tevazuuyla karşısındakini sanki bugünlerin ötesinde bir zamana götüren bir futbol beyefendisi ile tanışacak olmanın verdiği telaşlı bir mutluluk hali söz konusu.

Kadıköy'den Erenköy'e ulaşırken tüm bunları ve o dönemi, okuduklarımızdan, duyduklarımızdan tahayyül ederek geçiriyoruz. Zili çaldığımızdaki ürkeklik kapıda bizi karşılayan ihtiyar bir delikanlının güleç gözleriyle rahatlamaya dönüşüyor.

Biz Pazar günü verdiğimiz rahatsızlıktan dolayı hicap duyarken, kapıda eşiyle birlikte "Bizim için hergün Pazar, rahatsızlık ne kelime bilakis mutlu olduk" diyerek bizi rahatlatıyorlar.

Evet bir Pazar günü Haktanır ailesinin konuğuyuz. Bizi kapıda karşılayanlar ise

Türk Futbol Tarihine ismi altın harflerle işlenmiş, yaşı yetene ya da okuyanlara

Vefa denilince ilk akla gelen efsanevi kaptan Galip Haktanır ile hayat arkadaşı Nimet Haktanır.

Salona girdiğimizde bizi Galip Haktanır'ın zamanında Vefa formasıyla çekilmiş ve sonradan renklendirilmiş bir portresi karşılıyor. Üstünde Vefa kulübünden verilmiş bir teşekkür plaketi ve yanında Galip Bey'in bambaşka renkli dünyasını gösteren kendi yaptığı bir tablo. Biz hazırlığımızı tamamlarken kapı çalınıyor.

Pazar günü yapılan ziyaretin dezavantajı olsa gerek diye düşünürken aslında bunun sonradan tamamen bir avantaj olacağının bilincinde değiliz. Gelenler de yabancı değil, Galip ve Nimet Haktanır çiftlerinin büyük kızı Müjde Akman ve damatları Suat Akman. Aynı sıcakkanlı ilgiyi onlardan da görüyoruz.

Sanki kayınpederden damada ve anneden kıza geçen bir hoşgörüye sahipler.

Ve konuşmaya verdikleri katkı neticesinde yaptığımız ziyaret sanki röportajdan

çok sohbet sıcaklığına evriliyor. Sohbet sanki uzun zamandır görmediğiniz bir büyüğünüzü ziyaret ettiğinizdeki samimiyetle ilerliyor.

Öncelikle 1921 yılında İznik'te doğmuş, hali hazırda yaşayan en eski milli futbolculardan biri olduğu ve babasının vefatından sonra Darüşşafaka'ya girdiği bilgilerini teyit ettikten sonra futbolla nasıl tanıştığını soruyoruz.

Çorabımızı söker, top yapardık

Gülerek başlıyor yanıtlamaya Galip ağabey: "O dönem Rami'de oturuyorduk, futbola da Rami'de başladım aslında. O zamanlar bez toplar vardı, birinci ve ikinci sınıfta birbirimizin karşısına geçerek futbol oynamaya çalışırdık. O tarihlerde zaten başka oyun da yoktu. Gezme tozma, bir yerlere gitme şansınız da yoktu. Daha sonra Darüşşafaka'nın imtihanına girdim ve kazandım. Orada da zil çalar çalmaz saha kapardık ve futbol oynamaya başlardık. Bez topları kendimiz bugünün lastik toplarının ayarında yapardık. Bu bez top yapma yüzünden bazen ceza da alırdık. Bez top yapabilmek için bir takım şeylere ihtiyaç duyardınız. Örneğin çoraplarımızı sökerdik, öğretmenler bunları görürse bize ceza verirlerdi. Topun üzerini kapamak için peçetelerimiz vardı, onu kullanırdık, onu da görürlerse yine ceza verirlerdi. Aldığımız cezalar neticesinde altı-yedi kez dışarı çıkamaz hale gelmiştik. Top oynadığımız için ayakkabılarımız de eskirdi ve bu sebeple de dışarı çıkamadığımız olurdu. Velhasıl bir mücadele içinde futbol oynamaya çalışırdık."

Üç büyük kulübün de formasını giydi!

Ardından başka ilginç bir bilgiyi eklemeye ihtiyaç duyarak bunun nasıl gerçekleştiğini öğrenmek istiyoruz olayın birinci tanığından. Lisans çıkmamış olsa da Galip Haktanır üç büyük kulübün de formasını giymiş belki de ilk oyuncu.

Bu hikâyeyi de kendi ağızından dinliyoruz: "Önce Beşiktaş'a gittim, bir arkadaşımla beraber. Onu oynatmayıp başkasını oynattıkları için biraz kırıldık. Orada bir Galatasaraylı gazeteci vardı, o arkadaşımın ahbabıydı. Bizi Galatasaray'a götürdü ve orada oynamaya başladık. Fakat bizim Darüşşafakalıların çoğu Fenerbahçeliydi, benim lisansımı çıkarmak için Allah rahmet eylesin Ahmet Adem gelmişti. Çocuklar benim elbiselerimi sakladılar, Ahmet Adem'i de kovaladılar. Bir topluluk halinde Fenerbahçe'ye gittik. O sırada Fenerbahçe'de Esat-Cihat kavgası vardı. Açıkçası Fenerbahçe pek hoşuma gitmedi o dönem."

Galatasaraylı değil Fenerbahçeliydim

Bu cevabın üzerine başka bir rivayeti hatırlatarak bazı çevrelerin ondan Galatasaraylı olarak bahsettiğini hatırlatıyoruz. Buna karşı çıkıyor: "Tam aksine Fenerbahçeliydim. Hatta hiç unutmam bir Fener-Galatasaray maçına geldik Kadıköy'e. Galatasaray kötü vaziyette, Fenerbahçe kuvvetliydi. Galatasaray 4-0 yendi. Eve ağlayarak döndük. Fenerbahçeli olmama rağmen gittiğimde Fenerbahçe'de aradığımı bulamadım. O dönüşte vapurdan inerken, Vefa'da oynayan Darüşşafakalı bir ağabeyimizle karşılaştık. 'Gel bizde oyna' dedi. Ben de o kızgınlıkla Vefa'yla anlaştım. Neden kızdığıma gelince de Beşiktaş-Fenerbahçe maçı yapıyoruz. Ben sol haf oynuyorum, arkamda da bizim Darüşşafakalı Murat. Oyun içerisinde ben ikinci halftaym başlar başlamaz 'Sen sol hafa geç, ben santrhaf oynayacağım' dedim. Maç bittiğinde ise yanlış yerde oynatılmamın verdiği kızgınlıkla formayı çıkarttım ve bir daha Fenerbahçe'ye dönmedim."

Vefa'yla tahsil bedeli anlaştım

Vefa'yla hangi şartlarda anlaştığını sorduğumuzda gülerek yanıtlıyor bizi: "Şart namına hiçbir şey konuşmadık, 'Tahsiline yardım ederiz' dediler, 'Tamam' deyip gittim. Yoksa şu kadar para veririz gibi bir konuşma geçmedi hiç."

Burada aklımıza başka bir soru takılıyor haliyle, peki geçimini nasıl sağlıyordu Galip Haktanır? Zaten başka türlüsü olamazmış gibi bir samimiyete yanıtlıyor bu soruyu: "Okulun son sınıfındayken jimnastik hocalığı imtihanına girdim ve jimnastik hocası oldum. Nişantaşı ve Kasımpaşa Ortaokullarında uzun müddet görev yaptım. Geçimimi de öğretmenlik yaparak sağladım."

O sırada Yüksek Ticaret Mektebi'ne devam etse de futbol ve hayat arasındaki git-gel onun okulunu bitirmesine engel olmuş. Ama Galip Haktanır'ın uğraşıları ve emeği hiç bitmemiş. Vefa'da oynarken Vefa Haftalık Spor Gazetesi'ni çıkarmış. Bunu bile "Evet, zorlu lâkin zevkli bir uğraştı" diyerek basite indirgiyor.

Vefa formasıyla İstanbul Ligi'nde 1943 yılında forma giymeye başlayan Galip Haktanır'a, 1944-45 sezonunda Beşiktaş ve Fenerbahçe'nin ardından üçüncü olduktan sonra yaşanan o unutulmaz 1945-46 sezonunu soruyoruz. 33 gol atıp 14 gol yiyen Fenerbahçe karşısında, 36 gol atıp 18 gol yiyerek averajla ikinci sırada yer alıyorlar.

Askere gittim, şampiyonluğu kaçırdık

Kaçan şampiyonluğun hikayesindeki püf noktasını soruyoruz. Cevabı kendisiyle ilintili olarak veriyor:

"Bu şampiyonluğun kaçması biraz da benim yokluğumda oldu diyebilirim. Ben o zaman yedek subaydım. İkinci yarının son birkaç maçını oynayamadım. Benim yokluğumda Kasımpaşa'yı 5-3 yendiler, o maçı daha farklı bir skorla bitirebilseydik şampiyon olabilirdik."

30 Mayıs 1948'de ilk kez A Milli olduğunu hatırlatıyoruz. İstanbul'da Avusturya'ya 1-0 kaybedilen maçta yer alan Galip Haktanır'ın takım arkadaşları da enteresan: Cihat Arman, Murat Alyüz, Vedii Tosuncuk, Selahattin Torkal, Naci Özkaya, Bülent Eken, Hüseyin Saygun, Fikret Kırcan, Galip Haktanır, Reha Eken, Şükrü Gülesin, Lefter Küçükandonyadis, Halit Deringör. Neredeyse Türkiye'ye ait bir futbol tarihinin ilk önemli satırları. "Bu kadronun içinde yer almak nasıl bir duyguydu?" diye soruyoruz bu kez. "Uzun bir süreden, yanılmıyorsam 11 sene sonra yapılan ilk milli maçtı.

Bir futbolcununu en büyük arzusu Milli Takım'da oynamaktır. Maça çıkarken heyecandan bacaklarımız titriyordu. Milli Marşı dinledikten sonra heyecanımız daha da arttı ve müsabakayı o heyecanla bitirmeye çalıştık. Hepimiz zaten çok iyi arkadaştık. Hatta ben Reha'yla Bülent'le her zaman konuşurum. Hiçbiriyle kötü bir hatıramız yoktur" cevabı üzerine aynı oyuncuların değişen sistemlere rağmen bugün sahada olmaları durumunda neler yapabileceklerini merak ettiğimizi söylüyoruz.



Eski oyuncular bugün daha iyi oynardı

Galip ağabey zaman zaman bu konuyu düşündüğünü kanıtlar bir hızla veriyor cevabını: "Daha fazla ayak uydururlardı, çünkü o dönemde bir futbolcunun futbol oynayabilmesi için öncelikle bir işi olması gerekliydi. Bir işin olacak, geçimini temin edeceksin ki, futbol oynayabilesin. Bugün böyle bir şey yok ki, şimdikilerin zaten işi futbol oynamak. Sonra o günkü malzemelere dikkat ederseniz, şimdikilerle mukayese bile edilmez. En basitinden şimdi sahalar çim. O zaman futbolcu düşmeye korkardı, şimdiki futbolcular dokununca rahatlıkla atabiliyorlar kendilerini yere 'Nasıl olsa bir şey olmayacak' diyerek. O tarihte bir kalecinin degajla topu santrayı geçirmesi büyük işti, sırımlı meşin toplarla çok zordu böyle bir şey. Şimdi neredeyse degajı orta sahayı geçmeyen kaleci yok. Demem o ki, o dönemin oyuncuları bu malzemelere sahip olsalar veya şu anda top oynuyor olsalardı muhakkak ki çok mühim işler yaparlardı."

Ardından 28 Kasım 1948'de İstanbul'daki ikinci milli maçının Yunanistan maçı olduğunu, 2-1 kazanılan bu müsabakada golleri Reha Eken'in attığını anımsatıp o maçın havasını ve neler hissettiğini soruyoruz. "Yunanistan maçları bizim için daima çok önemliydi. Şimdi bile oynasam tüylerim ürperir herhalde" diyor.

Kavganın esamisi okunmazdı

Seyirci kitlesinin nasıl olduğuna yanıtı ise bugünlerle kıyaslayınca sanki çok uzak bir gezegeni anlatırmış gibi geliyor insana: "İnanılmazdı. Hani denir ya Beyoğlu'na insanlar kravatsız çıkamazdı diye, onun bir tezahürüydü. Bu tarz şiddet olayları kesinlikle olmazdı, olamazdı da. Kimin nerede oturduğu bile belli olmazdı. Fenerli gelirdi Galatasaraylının yanına otururdu. Tribünlerde ayırım falan yoktu. Kavga diye bir şeyin esamisi okunmazdı."

O tarihlerde Milli Takım'ın daha az maç yaptığının ve neredeyse bugünle mukayese bile kabul etmeyeceğinin herkes tarafından bilindiğini söyledikten sonra buna rağmen 1950 yılında İran'ı 6-1 mağlup ettikleri, peşinden de İsrail'e deplasmanda 5-1 mağlup oldukları müsabakanın ardından milli formayı giymediğini, oysa futbolu 1957'de bıraktığını belirtiyor ve sebebini soruyoruz:

"O zaman Vefalı bir oyuncunun Milli Takım'da oynaması büyük bir işti. Mesela ben Milli Takım'da olmama rağmen Londra Olimpiyatları'na gidemedim, o kadroya seçilemedim. Neden gidemediğimi de şöyle açıklayabilirim, çünkü ben Fenerbahçeli, Galatasaraylı veya Beşiktaşlı değildim. Hatta o dönemde bana 'Gel Fener'e, gel Beşiktaş'a, gel Galatasaray'a, seni de götürelim Londra Olimpiyatları'na' dediler."

Vefa'yı bırakmayı kendime yakıştıramadım

Bunun üzerine niçin Vefa'dan ayrılıp diğer kulüplere gitmediğini soruyoruz. Yanıtı oynadığı kulübün adına yakışan bir şıklıkta oluyor: "Gidemedim, çünkü Vefa'ya büyük emek verdim. Benim çocuğum gibiydi, hem kendim büyüdüm hem Vefa'yı büyüttüm. İsmimin Vefa gibi bir kulüple anılması bana her zaman gurur verdi. Tabii o dönemlerde kulüp değiştirmek de ayıp karşılanırken ben bunu kendime hiçbir zaman yakıştıramadım."

Ardından bir fotoğraf hatırlatıyoruz Vefa'nın büyük kaptanına. İstanbul İnönü Stadı'nda Rapid Wien kaptanıyla seremonideki fotoğrafını. Güleryüzle cevaplıyor: "Hususi bir maçtı o. Zaten o dönemde başka maçlar yoktu ki. Ama burada önemli olan Vefa'nın gücü neticesinde, bir Avusturya ekibinden hususi maç teklifi gelmesiydi."

O dönemdeki yöneticileri merak ettiğimizi söylüyoruz, "Nasıl insanlardı?" diye sorup özellikle Vefa'da Remzi Tatari'nin isminin ön plana çıktığını belirtiyoruz.

"Eskiden de kulüplerin başkanları paralı insanlardı. Parayı veren düdüğü çalar misali. Özellikle Remzi Tatari ileri görüşlü ve çok bonkör bir insandı. Futbolcularla diyaloğu çok iyiydi. Herkesin derdini dinler ona göre çözümler üretirdi. Hatta idarecilerin de derdine çare arardı" diyor. Merhum İslam Çupi'nin bir yazısını hatırlatmak istiyoruz sevgili Galip Haktanır'a. İslam Çupi çocukluğunun en büyük vecd halinin evinden çıkarak gittiği Çukurbostan'daki Vefa'nın idmanları olduğunu belirterek, Kaleci Abdülkadir'in japone kol atletle yaptığı plonjonlarını, Topkapılı Haydar ve Eyüplü Şükrü'nün frikiklerini, Muhteşem'in hızını ve Galip'in valse benzeyen müthiş tekniğini anlatır. Biz de bu yazıya istinaden "Neydi, sizin antrenmanlarınızı bu kadar özel yapan şey?" diyoruz. Yine gülerek cevap veriyor Galip ağabey:

Antrenman aksatmak aklımıza gelmezdi

"Hepimiz çok istekliydik, belki ana etken budur. Kendimden yola çıkarsam, antrenmanlara en erken gidenlerden biri bendim. Antrenmanı aksatmak gibi bir şey aklımıza gelmezdi. Antrenman bittikten sonra da çalışırdık çünkü mecburduk. On kişiye bir top düşerdi o dönemde, onun için herkes gittikten sonra ben çalışmaya devam ederdim. Top sürerdim, kafayla topu bir kaleden diğerine götürmeye çalışırdım, frikik atardım, şut atardım, bilhassa daha eksik olan yönlerimin üzerine giderek çalışırdım."

O dönemin yetenekli oyuncularıyla yan yana veya karşı karşıya oynamanın verdiği zevki soruyoruz bu kez. Hepsiyle oynamaktan büyük bir zevk aldığını belirtiyor hiç duraksamadan ve özellikle "üç büyük" diye tabir edilen kulüplerdeki isimlere dikkat çekiyor: "Hakkı Yeten benim için çok yetenekli bir oyuncudur. Bizim oynadığımız zaman onun son dönemlerine denk gelse de gerçekten inanılmaz bir oyuncuydu. Yani o tarihte çok büyük yetenekler vardı. Bir Gündüz Kılıç Galatasaray'da, bir Cihat Arman Fenerbahçe'de çok büyük ve önemli isimlerdi."

Ardından oynadığı mevkileri soruyoruz, biz onu santrhaf olarak biliyoruz çünkü. Bunu da doğruluyor Galip ağabey:

"Evet santrhaf oynadım ama diğer bütün mevkilerde de oynadım, kalecilik dâhil. Bir İstanbulspor maçında kalecimiz sakatlandı, kaleye ben geçtim ve gol yemeden tamamladım o süreyi."

Nerede o eski oyuncular?

Bugüne bakınca hangi oyuncuları kendi stiline benzettiğini soruyoruz. Kendi stilinde pek oyuncu göremediği belirtiyor. Buna sebep olarak da o dönem WM sistemiyle oynadıklarına ve o sistemde santrhafın tüm çevresini toparladığına dikkatini çekiyor. Yeni oyun anlayışında ise bazı yetenekli ön liberoların bu görevi üstlenebildiğini düşünüyor. Ama buna rağmen o dönemdeki oyuncular gibi cansiperane ve takımı için canını dişine takan çok sayıda oyuncu bulunmadığını belirtiyor. Buna da kendinden başka oyuncuları örnek gösteriyor. Beşiktaşlı Şükrü ve Fenerbahçeli Lefter gibi maçı alıp götüren oyuncuları göremediğini belirtiyor. Avrupa maçlarını izlerken yetenek olarak Ronaldinho'yu ise o dönemin oyuncularına benzeterek beğendiğini ekliyor ama onun da daha az çalışkan olduğunu düşünüyor.

Kendi dönemlerinde oynadıkları futbola teknik adamların pek katkısı olmadığını düşünüyor. Hatırladığı en önemli isim Nebi Hoca. Fakat onun da taktisyen değil psikolog olduğunu belirtiyor. Oyuncularla tek tek konuşarak onları maça hazırladığını ve motive ettiğini belirtiyor. Kendisinin de bir dönem Vefa'da teknik adamlık yaptığını, bu görevde ne gibi sıkıntılar yaşadığını soruyoruz.

En önemli sıkıntılarının oyuncu bulamamak olduğunu belirterek ekliyor:

"Altyapı yoktu. O dönemde Vefa'daki altyapıyı ben yaptım. İlk önce bir genç takım kurdum, ardından buradaki oyuncuları A takıma almaya başladım. Melih, Rahmi, Selahattin, bunları hep ben bulup çıkardım. Bir antrenörün muvaffak olması için

ya iyi bir altyapı olacak ya da çok parası olacak ki istediği oyuncuyu alabilsin.

Fakat benden sonra altyapıya maalesef o kadar özen gösterilmedi."

Alınan parayla oynanan futbol ters orantılı

Zamane futbolunu çoğu zaman beğenmediğini belirtiyor Galip Haktanır.

Alınan rakamlarla oynanan futbolun ters orantısından dem vurup pas hatalarının çokluğuna dikkat çekiyor. Bunda da sadece bir oyuncunun değil, tüm takımın mesuliyetinin olduğunu belirtiyor. Futbolun en önemli noktasının topsuz oyunu becerebilmek olduğunu söylüyor ve topla herkesin oynayabildiğini, şut veya çalım atabileceğini, mühim olanın topsuz oyunu becerebilmek olduğunu belirtiyor.

Oynadığı dönemin hakemlerini merak ederek soruyoruz bu sefer. Cevabını bir örnekle süslüyor Galip ağabey: "Hakemler dürüst insanlardı. Onların art niyetle bir şey yapacaklarına inanmazdık. Onlar da bizim kararlarına itiraz edeceğimize veya onlara hakaret edebileceğimize inanmazlardı. Mesela bir Galatasaray maçında Coşkun ile bizim Kazım Günar birbirlerine çamur atmışlar. Fakat hakem Kazım'ın attığı çamuru görmüş ve 'Çık dışarı' demiş. Benim bundan haberim yok. Baktım Kazım sahanın kenarında yürüyor. 'Nereye gidiyorsun?' diye sordum. 'Hakem beni attı' dedi. 'Ne atması, hemen dön sahaya çabuk' dedim. Sahaya döndü ve maça devam etti. Hakem de çıkarmadı onu oyundan."

Adnan Şenses'in ustası!

Biraz da futbolun dışından konuşalım diyerek, Nimet Hanım'la ne zaman evlendiğini soruyoruz. Galip ağabeyin bir anlık duraksaması salonda kahkahalarla karşılanıyor. Biz de bu şenlikli ortama "Sorudan vazgeçebiliriz" diyerek katkı veriyoruz ama itiraz ediyor. Nimet Hanımın "Evlendiğimizi unuttu galiba" diye attığı kahkahaya yanıt veriyor: "Elli seneyi geçtiği için bu normal." Ve tam tarihi buluyor: "1951."

Özel hayatının evi, işi ve futboldan ibaret olduğunu, gezme tozmayla hiç işinin olmadığını söylüyor. Futbol oynarken Çarşıkapı'da bir mobilya mağazası açtığını ve öğretmenliği o dönemde bıraktığını belirtiyor.

Bir de ilginç not ekliyor; o mobilya atölyesinde çırağının Adnan Şenses olduğunu, sesinin o yaşta da çok güzel olduğunu, çalışırken ona şarkılar söylettiğini, bunu Şenses'in de defalarca dile getirdiğini ve bu tevazudan duyduğu memnuniyeti.

Daha sonra mağazayı Kadıköy'e taşımışlar, haliyle evi de. Evlenmeden önce Draman'dan Balat'a inen yokuşun üzerinde oturuyormuş Galip ağabey, evlenince Fatih Malta'ya taşınmışlar. Tüm o muhitleri bildiğimizi, bizim de ilk gençlik çağlarımızın oralarda geçtiğini öğrenince tüm aile bu tesadüfe çok şaşırıyor ve seviniyor. Nimet Hanım kızlarının Fatih İlkokulu'na gittiğini anlatıyor.

Burada söze kızları Müjde Hanım giriyor ve o zaman İstanbul'un merkezi sayılan bir yerden Erenköy'e taşınmalarını hiç istemediğini ama bugün bakınca bunun ailesinin bir öngörüsü olduğunu ve çok iyi bir karar verdiklerini söylüyor. Hak vermemek elde değil çünkü bugün Erenköy'ün merkezinde kalan evlerine taşındıklarında pencereden Çamlıca Tepesi'ni görüyorlarmış. Bugün masal gibi görünen bu durum, İstanbul'un değişim hızı göz önüne alındığında kaçınılmaz bir son.

40 günlük bir harp gazisi

Ardından herkesin merak edip de sormaktan imtina ettiği bir soruyu yöneltiyoruz Galip ağabeye. Lakapla yaşanan bir dönemin oyuncusu olduğunu hatırlatarak birkaç örnek veriyoruz Tahtabacak İsmet, Pırpır Nejat gibi. Peki kendisine takılan "Kör Galip" lakabı acaba onu hiç rahatsız etmiş miydi?

Sanki bu sorunun geleceğini bilirmiş gibi gülerek kafasını sallıyor Büyük Kaptan:

"Hiç rahatsız etmedi." Ve bu konuya açıklık getiriyor: "O lakap belki de benim için gurur kaynağı oldu. Çünkü ben harp gazisiyim. O tarihte ailem İznik'ten İzmir'e geçmiş. Tam da Yunan askerlerinin İzmir'den atıldığı dönem. Rahmetli annem bana mama yapmak için mangalın başına geldiğinde Yunan askerinin mangala bıraktığı tuzakla karşılaşmış. Mangalı yakmasıyla beraber artık ne olduğu bilinmiyor; ya barut ya da şarapnel patlamış ve benim gözüme isabet etmiş. O yüzden ben kırk günlükken harp gazisi olmuşum. Hiçbir şekilde de bu lakaptan gocunmadım. Belki de bana gaziliğimi tekrar tekrar hatırlattığı için."

Vefa nasıl kurtulur?

Konuyu tekrar üstünde büyük emeği olduğu Vefa'ya getiriyoruz. Kaptanın güleç gözleri biraz umutsuzlukla biraz da kızgınlıkla boşluğa bakıyor. Seneye yüzüncü yılını kutlayacak bir kulübün niçin bu duruma düştüğünü soruyoruz, acaba onun bir çözüm önerisi var mı? Vefa için her şeyini vermiş bu büyük isim yine itidalli bir cevapla karşılıyor bizi:

"Hepimiz biliyoruz ki bu işler parayla dönüyor ve basit olarak Vefa fakirlikten düştü diyebiliriz. Eğer parası olsaydı bir takım hamleleri yapabilirdi. Bence arkasında bu kadar köklü bir eğitim kurumunun yer aldığı bir kulübün bu noktada olmaması gerekli. Vefa, Lisesi mezunlarının desteği ve örgütlenmeyle ancak bugünkü konumundan kurtulabilir. Yoksa bireysel çaba olarak kalır her şey. İşte önümüzde örnek var, tek başına Hakkı Baliç yıllarca didindi durdu bu kulübü bir yerlere getirebilmek için ama bir yere kadar. Tek başına yapılabilecek bir iş değil bu, özellikle de son dönemde. Artık kulüpler şirketler gibi yönetiliyor."

Galip ağabeyin bu sözleri aklımıza Vefa Lisesi Marşından iki dizeyi getiriyor: "…Kalbi sevgi dolu, fikri ileri. Aydınlatacağız yurtta her yeri…" Etrafını aydınlatan bu fener galiba dibini aydınlatamıyor.

Eski hırs kalmamış

Sohbet bizi günün futboluna tekrar taşıyor ve haklı eleştirilerini sıralıyor Kaptan:

"Futbol oynamayı sevmiyorlar gibi geliyor bana. Ben antrenör olduğum zaman o dönemdeki bazı oyunculara 'Seni bu maçta oynatmayacağım ama primini verdireceğim' derdim. Razı olmazlardı, ille de oynamak isterlerdi. Şimdikiler de oynamak istiyor ama içten gelen bir arzuları yok. Görüyorum, adam mağlup vaziyette sahada sallanıyor. Sanki arkasından değnekle dürtmek lazım. Hırs mı yok ne yok bilemiyorum. Hoş tabii bu yalnızca futbolla alakalı bir şey değil, Türkiye'nin değişimi ile de alakalı. Bir defa benim anladığım kadarıyla idareciler taraftarı idare edebilecek vaziyette değiller, daima kızıştırıyorlar ortamı. Eskiden beyanatlar falan vermezlerdi idareciler. Şimdikilerin verdikleri demeçler sonrasında taraftarlar galeyana geliyor. İdareci idareciliğini, futbolcu futbolculuğunu bilmeli."

Kendisiyle ilgili bir beklentisi yok Galip Haktanır'ın. Eşi, üç kızı, damatları ve iki torunuyla mutlu olduğunu söylüyor. Zaten evdeki bu huzur kapıdan içeri giren herkese sirayet edebilecek derecede. Onun dışında "Arayan yok desek yeridir" diyor ve ekliyor "Birkaç dosttan başka arayan soran yok tabii ki. Bir beklentimiz yok kimseden, beklediğimiz sadece manevi destek."

Buna bir de örnek veriyor. GSGM'den verilmiş bir kartın üzerinde "ömür boyu ve tüm müsabakalar" yazmasına rağmen günün birinde aynı kartla içeri alınmadığını ve buna anlam veremediğini belirtiyor. İnsanın içinden, "O kartlar öyle insanlara veriliyor ki, belki de utançlarından geçersiz kılmışlardır" demek geçiyor, lakin susuyoruz.

En güzel golümü göremedim

Konuyu değiştiriyoruz, acaba Galip Haktanır'ın attığı en güzel gol hangisiydi:

"Aklımdan çıkmayan bir tek gol var. Biz hiç gece maçı yapmamışız, Yunanistan'a gittik Selanik'te bir gece maçına çıktık. Top santrayı henüz geçmişti, önümde sekti, ben de seken topa vurdum, saha da çok iyi aydınlatılamadığı için nereye gittiğini göremiyorsunuz. O esnada 'gol' diye bağırmaya başladılar. Ben de şaşırdım."

Kızı Müjde Hanım da küçükken Vefa'nın maçlarında sahaya atladığını, her sahaya çıkışında hakemin düdüğünü çalarak oyunu durdurduğunu ve onu çıkarttıktan sonra müsabakaya devam edildiğini anlatıyor. Galip ağabey de büyük bir sakatlık geçirdiğini, yanlış bir tedaviden ve olası bir sakat kalma riskinden Mim Kemal Öke tarafından son anda kurtarıldığını anlatıyor.

Bugünün futbolcularına ya da futbolcu adaylarına da bir sözü var Galip Haktanır'ın:

"İşlerine iyi sarılmaları lazım. 'Ben profesyonel futbolcuyum bu işten para kazanıyorum' deyip bu parayı hakeden bir performans sergilemeleri lazım. Onlar zannediyor ki -bir zamanlar ben de öyle zannediyordum- ömrümün sonuna kadar futbol oynarım. Futbolun bir zaman biteceğini bilerek davranmak zorundalar."

Evet, Avusturya maçı için Milli Takım'la beraber gittiği Viyana'dan kulübü Vefa'ya kendi cebinden beğendiği yeşil-beyazlı formaları alan bambaşka bir insan Galip Haktanır.

Son sözü de kişiliğinin bir özeti sanki:

"Barış içinde iyi bir futbol her şeyden evladır derim."