TR
EN
Unutulmaz üçlüler
TamSaha/Nisan 2012
16.04.2012
Unutulmaz üçlülerTamSaha/Nisan 2012

Unutulmaz üçlülerin ikinci ve son bölümünde, 1960'lardan günümüze kadar olan süre içerisinde futbol dünyasına damgalarını vuran en önemli beş üçlüyü ele alıyoruz.

Yazan: Onur Erdem/TamSaha
2. Bölüm

Eusebio-Jose Augusto-Mario Coluna

1940'lı yıllar… Güneydoğu Afrika'da yer alan Mozambik'in bağımsızlığını kazanmasına henüz 30 küsur sene var. O günlerde Portekiz Doğu Afrikası olarak adlandırılan bölgede yaşayan insanlar da her ne kadar ikinci sınıf muamele görmekteydilerse de kâğıt üzerinde Portekiz vatandaşıydılar. Lâkin bu topraklardaki Portekiz vatandaşlarından ikisinin gün geldiğinde ülkenin adını dünyada en çok duyuran isimlerden ikisi olacağını bir söyleyen olsa herhalde bu şakacı kişi merkezdeki Beyaz Portekizliler tarafından önce kolları arkadan düğümlü bir gömleğin içine sokulur, sonra da duvarları minderlerle kaplı bir odaya kilitlenirdi.

Ne var ki 1940'larda, yukarıdaki paragrafta deli saçması olarak nitelenen durumu gerçeğe dönüştürebilmek adına iki çocuk "öteki Portekiz"in topraktan sokaklarında yırtık pırtık bir topun peşinden ilk adımlarını atıyorlardı. Bunlar 1935'te Inhaca kentinde hayata gözlerini açan Mario Esteves Coluna ile 1942'de Lourenço Marques'te dünyaya gelen Eusebio da Silva Ferreira'ydı.

Portekiz'in büyük kulüpleri ta o yıllarda yetenek avcılarını okyanus ötesi seferlere gönderiyorlardı. Portekiz Doğu Afrikası'nda dikkatlerini çeken ilk isim, yaşça daha büyük olan Mario Coluna olacaktı. Coluna, 1954'te henüz 19 yaşındayken Lizbon'un yolunu tutup ülkenin en ünlü takımında forma giymeye başladı. Sol içte oynayan Coluna'yla birlikte Benfica'yı bir üst kademeye taşıyacak ikinci isimse, Lizbon'un ufak mahalli takımlarından biri olan Barreirense'de oynamakta olan sağ açık Jose Augusto idi. Augusto 1959'da transfer edildiğinde 22 yaşındaydı ve kendisinden iki yaş büyük Coluna ile kurduğu ortaklık, takımın santrforu Jose Aguas'ın leblebi gibi gol atması için yetmiş de artmıştı.

1960-61 sezonunda Benfica Şampiyon Kulüpler Kupası'nı kazanıp bu başarıyı elde eden ilk Portekiz temsilcisi olurken, aynı zamanda Real Madrid'in kupadaki beş sene üst üste şampiyonluk serisi de son buluyordu. Lizbon ekibi bununla yetinmeyip Avrupa futbolunun zirvesinde kalıcı olmak istiyordu ve bu yüzden yaşı kemale eren santrforları Jose Aguas'ın yerine en az onun kadar etkili genç bir isim aramaktaydılar. O sıralar ezeli rakipleri Sporting'in Portekiz Doğu Afrikası'ndaki şubesi olan Sporting Lourenço Marques takımında forma giymekte olan Eusebio'da karar kıldılar ve 19 yaşındaki oyuncuyu Sporting'in elinden kaparak kırmızı-beyazlı takıma kazandırdılar.

Eusebio gelir gelmez gollerine başlıyor ve Benfica 1961-62 sezonunda da Avrupa'nın en büyüğü oluyordu. Real Madrid'i 5-3 yendikleri finalde gollerden ikisi Eusebio, biri de Coluna'dan gelmişti. Süper üçlü 1969 senesine kadar bir arada oynayacak ve bu süre zarfında kulüplerine yedi şampiyonluk kazandıracaktı. Onlar yan yana oynarken Benfica sadece 1962 yılında ligi zirvede tamamlayamamıştı ama o sene de Avrupa'dan ikinci kez getirilen kupayla bu durumu fazlasıyla telafi etmişti. Benfica söz konusu dönemde ayrıca 1963, 1965 ve 1968 yıllarında da Şampiyon Kulüpler Kupası'nda finale kadar gitmiş fakat bu finalleri sırasıyla Milan, Inter ve Manchester United'a kaybetmişti. 1968'deki final, bir bakıma Eusebio-Coluna-Augusto üçlüsünün bayrağı Law-Charlton-Best üçlüsüne devrettiği final olacaktı.

Benfica'nın süper üçlüsü, kulüpleri dışında Portekiz'i de dünya futbolunda en üst sıralara taşımaktan geri kalmadı. 1966 Dünya Kupası'nda Portekiz sadece ev sahibi İngiltere'ye takılarak turnuvayı üçüncü sırada tamamlarken, Eusebio dokuz golle gol kralı oluyor, Jose Augusto ona üç golle eşlik ediyor, Mario Coluna da Beckenbauer ve Bobby Charlton'la birlikte turnuvanın en iyi orta saha oyuncusu seçiliyordu. Kim bilir, Mozambik o zamanlar bağımsızlığını çoktan kazanmış bir ülke olsaydı, Eusebio ile Coluna 1966 Dünya Kupası'nda sadece ülkelerinin değil, belki de tüm bir kıtanın futbol tarihini yeniden yazmış olacaklardı.

Bobby Charlton-Denis Law-George Best

Dünya futbol tarihindeki unutulmaz üçlülerden birinin filmi yapılacak olsaydı buna en büyük aday herhalde Manchester United taraftarlarının Hıristiyanlıktaki üçlü inanca (Baba, Oğul ve Kutsal Ruh) gönderme yaparak "The Holy Trinity" adını taktıkları Bobby Charlton, Denis Law ve George Best üçlüsü olurdu. Bunun sebebini anlayabilmek içinse müthiş üçlünün Old Trafford'da bir araya geldikleri döneme olduğu kadar, bu dönemden birkaç sene öncesine ve sonrasına da odaklanmak gerekmekte…

İkinci Dünya Savaşı'nın hemen sonrasında İngiltere'de her alanda olduğu gibi futbolda da savaşın yaralarının sarılmasına uğraşılıyordu. 1939'da ara verilen ligler 1946'da başlayacaktı ve bu sürede bütün takımlar da neredeyse sil baştan yapmak durumundaydı. Manchester United kulübü de bir yeniden yapılanma hareketi için henüz herhangi bir teknik adamlık deneyimi bulunmayan İskoç Matt Busby ile anlaşmıştı. Genç ve yetenekli oyuncuları bir araya getirip uzun yıllar zirvede yer alabilecek bir takım oluşturmayı amaçlayan Busby, yaklaşık 10 yıl içerisinde arzuladığı jenerasyonu yakalamış ve 1956 ile 1957'de ligde şampiyonluğa ulaşmıştı. Ancak 6 Şubat 1958'de takımın Münih'te geçirdiği uçak kazasında sekiz genç yıldızını Azrail'e teslim etmesi sadece kulübün değil, genel olarak futbol tarihinin en büyük felâketlerinden biriydi.

Kazadan sonra United'ın yeniden toparlanmasına şüpheyle bakılıyordu belki ama ölümden dönen Busby, yeni yıldızlar bulmak için hastaneden taburcu edilir edilmez çalışmalara başlamıştı. Münih'teki faciadan kurtulan bir başka isim Bobby Charlton, takımın hücumdaki beyni olacaktı. Charlton'ın önünde bitirici rolüne soyunması içinse 1960-61 sezonunda Manchester City'de oynayıp sonrasında İtalya'nın Torino kulübüne transfer olan Denis Law'da karar kılındı ve 1962-63 sezonunun başında, 22 yaşındaki oyuncu o zaman için rekor bir transfer ücreti olan 115 bin pounda United kadrosuna dâhil edildi. Son olarak da 1961'de 15 yaşındayken Belfast sokaklarında keşfedilen sağ açık George Best 1963'te A takıma yükseltildi ve yıllar sonra heykeli dikilecek üçlü de bir araya gelmiş oldu.

Süper üçlünün yan yana oynadıkları 10 sene içerisinde Manchester United adeta küllerinden doğacaktı. 1965 ve 1967'de ligi zirvede tamamlayan Kırmızı Şeytanlar, 1968'de de Şampiyon Kulüpler Kupası'nda mutlu sona ulaşıp 10 sene öncesinde yarım kalan hesabı da kapatacak ve bu kupayı İngiltere'ye getiren ilk takım olacaktı. Charlton-Law-Best triosu, 1963'ten 1973'e kadar rakip fileleri toplamda 548 defa sarsarken, kulüp tarihinin de en verimli ortaklığını oluşturuyordu.

Üçlünün dağılmasıysa apayrı dramatik unsurlar içeriyordu. İçlerinde normal bir şekilde yoluna devam eden tek isim, 36 yaşında menajer-futbolcu olarak Preston North End'in başına geçen Bobby Charlton'dı. 20 yaşına gelmeden "süperstar" mertebesine erişen George Best, henüz 27 yaşındayken çalkantılı özel hayatı ve alkol bağımlılığının etkisiyle kulüpten kovulacaktı. Best'in kovulmasından birkaç ay öncesinde, artık yaşlandığı gerekçesiyle sözleşmesi yenilenmeyen Denis Law ise United'ın ezeli rakibi Manchester City'ye imza atacaktı. Üstelik Law, sezonun sondan bir önceki maçında deplasman ekibinin formasıyla Old Trafford'a çıktığında United küme düşme hattına demir atmıştı ve söz konusu maçın son dakikalarında İskoç golcünün eski takımına topukla attığı gol sadece maçı City'ye kazandırmakla kalmıyor, aynı zamanda United'ı İkinci Lig'e gönderiyordu.

Law mevzubahis gole sevinmezken, United camiası da adeta bu golü atanın kimliğini görmezden gelmek istedi. Zira o, aynı zamanda kulüp tarihinin 240 golle tüm zamanlarda en çok gol atan ikinci, 46 golle de bir sezonda en fazla gol atan oyuncusuydu. 1968'deki Şampiyon Kulüpler Kupası zaferinin 40. yıldönümünde, "Holy Trinity" anısına Old Trafford'un önüne bronz bir heykel de dikilecekti.

Zico-Socrates-Falcao

Sırada adları anıldığında futbolseverlerin genellikle içini burkan bir üçlü var. 1982'de tarihin en iyi takımlarından biri olarak gösterilerek İspanya'daki Dünya Kupası'na iştirak eden ancak futbolun Paolo Rossi adındaki o meşum cilvelerinden birine toslayarak hedefi ıskalayan Brezilya Millî Takımı'nın en nadide mücevherleri niteliğindeki Zico, Socrates ve Falcao üçlüsü…

Brezilya adına aslında 1978 Dünya Kupası da büyük hayal kırıklığıydı zira final grubunda son maçında Peru'yu 4-0 yenmesi gereken Arjantin'in 6-0'lık bir galibiyet alması neticesinde ikinci olmuşlar ve tek bir maç dahi kaybetmemelerine rağmen üçüncülükle yetinmek zorunda kalmışlardı. Dönemin Güney Amerika'daki en büyük futbolcusu olan Zico'nun yanına 1982 kadrosunda Socrates ve Falcao gibi tüm zamanların en büyük orta saha virtüözlerinden ikisini ekleyerek giderlerken dört sene öncesinin de yaralarını sarmak istiyorlardı hiç kuşkusuz.

Yıldızlar karması Brezilya ilk turda SSCB, İskoçya ve Yeni Zelanda'nın bulunduğu gruptan üç maçta 11 gol atarak güle oynaya çıkarken, Arjantin ve İtalya ile birlikte yer aldığı yarı final grubunda da ilk maçında Arjantin'i 3-1'le geçip şampiyonluğun en büyük favorisi olduğunu tüm dünyaya haykırıyordu. İtalya ile oynayacakları maçta bir beraberlik almaları halinde yarı finale de kalacaklardı fakat iki kez beraberliği yakalamalarına rağmen Paolo Rossi'nin hat-trick yaptığı maçta İtalya'ya 3-2'yle boyun eğmekten kurtulamadılar. Çoğu kişi bu oyunu Brezilya'nın savunma futbolu zaafına bağladı fakat gizli bir başka sorun da Zico-Socrates-Falcao üçlüsü beş maçta toplam dokuz gol üretirken takımın santrforu Serginho'nun (daha sonraları yolu Malatyaspor'a da düşecekti) iki golde kalmasıydı. Belki de Sambacılar söz konusu üçlünün önüne genel standartlarında bir golcü yerleştirebilmiş olsalar kaç tane yediklerine bakmaksızın bir şekilde o kupayı kazanacaklardı.

Ruud Gullit-Marco van Basten-Frank Rijkaard

1970'lerin sonuyla 1980'lerin başı, Milan için adeta kâbustan beter yıllardı. Takım önce 1979-80 sezonunun sonunda patlayan Totonero skandalı neticesinde Serie B'ye düşürülmüş, bir yıl aradan sonra Serie A'ya geri dönse de bu kez de zayıflayan kadrosuyla burada tutunamayıp 1982 yılında bu kez normal yollardan Serie B yolunu tutmuştu. Adeta asansörleşme tehlikesiyle karşı karşıya kalan takımın kaderiyse, 1986 yılında multimilyarder Silvio Berlusconi tarafından satın alınmasıyla birlikte değişecekti. Takımı bir yıldızlar topluluğuna çevirmek isteyen Berlusconi, 1987'de dönemin Avrupa'da en çok parlayan santrforu olan Ajax'lı Marco van Basten ile transfer piyasasında hücuma yönelik orta sahalar arasında başı çeken PSV'li Ruud Gullit'i Milano'ya getirdi. Kulüp 1988'de şampiyonluğa ulaşarak kara günleri geride bırakırken, Van Basten ve Gullit o yaz düzenlenen Avrupa Şampiyonası'nın da yıldızları oluyor ve Hollanda'ya tarihinin tek Avrupa şampiyonluğunu yaşatıyorlardı.

O Hollanda kadrosunda parlayan üçüncü bir isim daha vardı; Frank Rijkaard. Orta sahada özellikle defansif organizasyonların beyni konumundaki oyuncu, yeri geldiğinde liberoda da görev yapabilen çok yönlü bir isimdi ve Milan'ın tam da bu özelliklerde birisine ihtiyacı vardı. Şampiyonanın ardından Berlusconi, Rijkaard'a da kancayı atacak ve Milan üç yabancı kontenjanını Hollandalı starlarla dolduracaktı.

Üçlünün kırmızı-siyahlı ekibe katkısı tartışılmazdı. İlk sezonlarında takım Şampiyon Kulüpler Kupası'nı müzesine götürürken Steaua'yu 4-0 yendikleri final maçında golleri Gullit ve Van Basten ikişer ikişer paylaşıyor, 1990'da Benfica karşısında unvanlarını korudukları finaldeyse maçın tek golü Rijkaard'dan geliyordu. Aynı yıllarda Süper Kupa ve Kıtalararası Kupa'da da rakiplerine şans tanımayan Milan, Üç Hollandalısının beraber oynadığı 1993 yılına kadar ayrıca iki İtalya Ligi şampiyonluğu daha kazanacaktı.

Ronaldo-Rivaldo-Ronaldinho

Geldik müthiş üçlülerin sonuncusuna… Katılmadığı tek bir Dünya Kupası dahi olmayan Brezilya'nın, Japonya ve Güney Kore'de düzenlenen 2002 Dünya Kupası'na gidebilme süreci bir hayli sancılı olmuştu. 10 takımlı grubu lider Arjantin'in 13 puan gerisinde üçüncü sırada bitiren Sambacıların son maçta Venezuela'yı yenememeleri halinde Okyanusya temsilcisiyle play-off oynaması bile gerekecekti. Takım 18 maçın sadece 9'unu kazanabilirken 6 kez mağlup olmuştu ve ileriye yönelik de pek umut vermiyordu. Dahası takımın en önemli ismi konumundaki Ronaldo son üç sezonda iki ağır sakatlık geçirmiş ve sadece 25 maçta oynayabilmişti.

Turnuva da aslında Brezilya için çok iyi başlamamıştı. İlk maçta karşılaştıkları Türkiye önünde ilk yarıyı 1-0 geride kapatmışlardı. Ancak ikinci yarıda önce Ronaldo'nun golüyle eşitliği yakalıyor, sonra da tartışmalı bir penaltı pozisyonunda Rivaldo'nun ağları bulmasıyla 2-1'lik galibiyete ulaşarak bellerini doğrultuyorlardı. Turnuvanın bundan sonrasıysa bu ikiliye Ronaldinho'nun da katılmasıyla birlikte bir Brezilya gösterisine dönüşecekti. Sırasıyla Çin, Kosta Rika, Belçika, İngiltere, tekrar Türkiye ve Almanya'yı deviren Brezilya, yedide yedi yaparak şampiyon olan ilk takım unvanına sahip olurken, Ronaldo sekiz golle gol kralı oluyor, ona Rivaldo beş, Ronaldinho da iki golle eşlik ediyordu. 3R formülünün toplamda ürettiği 15 gole, takım halinde bile ulaşan başka bir ekip olmamıştı. Son olarak üçlünün Brezilya'ya kazandırdıkları tek başarının bu Dünya Kupası olmadığını ve 1999 Copa America'da da altı maçta 11 gol üreterek ülkelerini zafere taşıdıklarını eklemeden geçmeyelim.

Unutulmaz üçlüler 1. Bölüm için tıklayınız...