TR
EN
Site İçi Arama
Detaylı Arama
Bu kalp seni unutur mu? 2.07.2008
Bu kalp seni unutur mu?

Skorun dışında başka güzellikler de arar futbol âşıkları. İstatistikler her zaman şampiyon olanı yazar ama gönüller de farklı bir zabıt tutar. 1954'ün Macaristan'ı 1982'nin Cezayir'i, 1988'in SSCB'si, 1990'ın Kamerun'u ya da tüm zamanların İspanya'sı, Hollanda'sı gibi. Onların hikâyeleri unutulmaz. İşte bu kupanın da bir öyküsünü yazacaksak eğer, o metnin altında en kabarık imzalardan biri Türkiye'ninki olacak. Türkiye bu turnuvada herkese yeni bir ufuk çizdi. Topun yuvarlaklığını, oyunun güzelliği ve belirlenemezliğini, bitti denildiği anlarda bile umuda vakit ayırmak gerektiğini öyle güzel anlattılar ki bize, sadece Türkiye değil, dünyanın bütün futbolseverleri alkışladı onları.

Bağış Erten / TamSaha

Dünya Kupası ve Avrupa Şampiyonası… Futbolun festivalleridir bunlar. Bir ay boyunca neredeyse bir ayin gibi futbolseverlerin başı döner, yüreği ferahlar, futbol açlığı törpülenir. Büyük takımlar, enfes maçlar, olmadık işler, dram, gözyaşı ve sonsuz heyecan… Futbolu seviyorsak böyle güzel mevsimler içindir.

Ama asıl güzelliği başka bir yerde saklıdır bu tip turnuvaların. Sadece favorilerle peynir gemisi yürümez. Başka güzellikler de arar futbol âşıkları. Beklemediği yerden gelen soruları sever, gidiş yoluna puan verir, kanaat notu dağıtır durur. Evet, istatistikler her zaman şampiyon olanı yazar. Ama gönüller de farklı bir zabıt tutar. Çünkü şampiyon olan takım her zaman gönülleri fetheden değildir ve futbolseverler masal yazan takımları hiç unutmaz. Kazansalar da, kaybetseler de…

1954'ü Almanya kazanmış olabilir, kimse o Macaristan'ı unutmaz. 1988'in yakışıklısı evet Hollanda'dır, ama SSCB'siz o turnuva çorak kalmaz mı? 1982 Dünya Kupası'nı izleyenler finalist Federal Almanya'dan ziyade Cezayir'e sempati duyar. 1990'da Kamerun'un yeri ayrıdır. 1996'da evinde kaybeden İngiltere olmasa o turnuva çekilir miydi? Evet, İspanya ve Hollanda genelde kupa alamazlar, ama yakışıklı oynarlar. Nijerya, Güney Kore, Danimarka… Onların hikâyeleri unutulmaz. Çünkü oyun sadece kazananı öne çıkarmaz, gidiş yolu önemlidir.

İşte bu kupanın da bir öyküsünü yazacaksak eğer, o metnin altında en kabarık imzalardan biri Türkiye'ninki olacak. 2004'te kupaya egemen olan savunma taktikleri futbolun geleceğini karartırken, Türkiye bu turnuvada herkese yeni bir ufuk çizdi. Topun yuvarlaklığını, oyunun güzelliği ve belirlenemezliğini, bitti denildiği anlarda bile umuda vakit ayırmak gerektiğini öyle güzel anlattılar ki bize, sadece Türkiye değil, dünyanın bütün futbolseverleri alkışladı onları. Geri dönüşler, dramlar, hüzünler, yeni başlangıçlar… Hepsi vardı maçlarımızda. İzlemeye değerdi, değdi de.

Bu oyun renkli ve eğlenceli bir oyun. Bu özellikleri koruyan ona katkı veren her takım futbol adına kutsaldır. Tıpkı Milli Takımımız takım gibi…

Yıkılmadık, ayaktayız

Portekiz-Türkiye 2-0

Derler ki, böyle turnuvalarda ilk maç çok önemlidir, nasıl başlarsan öyle gidersin. İlk maçı kaybedip turnuvada kalabilen pek az takım vardır. Ama bu kural bizim için geçerli olmayacaktı. Portekiz karşısında Pepe ve Meireles'in gollerine engel olamayarak sahadan 2-0 yenik ayrılıyor, üstelik oynadığımız futbolla da endişelere yol açıyorduk ama zaman bize güzel şeyler gösterecekti. Bunun için biraz sabır, çokça da inanç gerekecekti.

Stade de Geneve - 7 Haziran 2008

Hakemler
Herbert Fandel, Carsten Kadach, Volker Wezel (Almanya)

Portekiz
Ricardo-Bosingwa, Pepe, Carvalho, Ferreira-Moutinho, Petit, Deco (Fernando dk.90)-Ronaldo, Nuno Gomes (Nani dk.69), Simao (Raul dk.82)

Türkiye
Volkan-Hamit Altıntop (Semih dk.76), Servet, Gökhan Zan (Emre Aşık dk.54), Hakan Balta- Kâzım, Aurelio, Emre Belözoğlu-Mevlüt (Sabri dk.46), Nihat, Tuncay

Goller
Pepe (dk.61), Meireles (dk.90)

Sarı Kartlar
Kâzım, Gökhan Zan, Sabri (Türkiye)

Turnuvayı Portekiz'le açtık. Derler ki, böyle turnuvalarda ilk maç çok önemlidir, nasıl başlarsan öyle gidersin. İlk maçı kaybedip turnuvada kalabilen pek az takım vardır. İşte bu verileri aklında tutarak hazırlandı milliler ilk maça. Kaybetmenin işin sonu olmadığını biliyorlardı ama yine de iyi bir başlangıç istiyorlardı. Sonuçta Portekiz'le diğer Avrupa Şampiyonlarında da karşılaşmışlardı ve bu sefer şeytanın bacağını kırmak istiyordu herkes. Üstelik favorilerden birinin karşısında iyi işler yapmak çok özel bir fiyaka sağlayacaktı. Tur kadar bunu da önemsiyordu takım. Kendini hatırlatacak maçlardan biri olarak görüyordu bunu. Kim bilirdi ki tarih başka türlü akacak?..

Uçağımız pistten çıktı

Biz başa dönelim yeniden. Uzun süren hazırlık sürecinin sonunda Fatih Terim "Artık uçağımız pisten çıktı, yükselişe geçti" demişti. Gerçekten de artık yükselmek, ileri gitmek zamanıydı. İlk maçına çıkmak için Nyon'da kamp kurdu ve son hazırlıklarını tamamladı takım. Fakat ne yazık ki, bir süre sonra başımıza hepten bela olacak sakatlıklar daha o günden pusuya yatmıştı. Turnuvayı çıkaramayacak gibi duran Gökhan Gönül kamptan ve kadrodan çıkarılmıştı. Diğer pek çok isimde de nükseden küçük sorunlar vardı. Hamit, Gökhan Zan ve Servet yeni yeni iyileşiyor, takım toparlanmaya çalışıyordu.

Nitekim belki de ideal onbirini ilk ve son kez Portekiz karşısında sahaya sürebildi Fatih Hoca. O günden sonra takım hep sakatlıklardan arta kalanlarla kuruldu. Kalede Volkan Demirel, defansta Hamit Altıntop, Hakan Balta, Servet Çetin, Gökhan Zan, orta sahada Kâzım Kâzım, Emre Belözoğlu, Mehmet Aurelio, fovette ise Mevlüt Erdinç, Nihat Kahveci ve Tuncay Şanlı görev yapıyordu.

Portekiz ağırlığını hissettiriyor

Maça hızlı başlayan taraf Portekiz'di. Fado kıvamından daha hızlı girmişlerdi oyuna. İlk üç dakikada bu ağırlıklarını hemen hissettirdiler. Özellikle komuta kademesinde Deco'nun akordu iyi tutturması sayesinde istediği oyun düzenini yavaş yavaş sahneye koyuyordu Portekiz. Ama Türkiye de direniyordu buna. Rakibin hamlelerine karşı şimdilik savunmaya çekilmişti ay-yıldızlılar ve pusuda bekler gibi fırsat kolluyordu. Zaten Portekiz'in top hâkimiyeti de pozisyona dönüşmemişti ve randımanlı değildi rakip. 13. dakikada Tuncay'ın düşürülüşü bir an olsun heyecanlandırdı kırmızı-beyazlı tribünleri. Hakem oralı değildi ama takım yavaştan oyuna ısınıyordu sanki. Tam tartı dengelenecek denilen anda, 17'de Pepe'yle gelen ama ofsayt olduğu için geçersiz sayılan gol Portekizlileri yeniden bir adım öne çıkardı. Gerçi hâlihazırda dünyanın en büyük oyuncusu olarak gösterilen Ronaldo 30'daki kısa slalomuna dek neredeyse hiç yoktu sahada. Bunda en büyük neden ise Milli Takım'ın yaptığı çok adamlı kademeydi. Yine de ilk yarıda direkte patlayan frikik yine onun eseriydi. Pepe'nin teğet geçen iki kafası, Moutinho'nun şutu ve art arda gelen kornerler... Gol getirmemişti bunlar. Türkiye direniyor ama Portekiz de hızla vites yükseltiyordu. İlk maçın direnç noktasını iyi kurduğumuz takdirde devamı gelecekti. Bunun motivasyonuyla herkes pürdikkatti.

Pepe'yi durduramadık

İkinci devreyi Sabri-Mevlüt değişikliği açtı. Fatih Hoca takımda aksaklıkları görmüş ve bir an önce önlem almak istiyordu. Haklı çıktı, çünkü Portekiz istim üzerindeydi. 50'de direkte patlayan Nuno Gomes şutu işlerin kötüye gittiğini gösteriyordu belki de. Ama yine de gol yoktu ve dakikalar ilerledikçe sıkıntıya girecek olan taraf Portekiz'di. Baskının artması doğaldı bu dakikalarda. Ama doğal olmayan şeyler de oluyordu. İşte böyle kritik bir anda sakatlandı Gökhan Zan. Bir saat geride kalmış, Türkiye hâlâ kalesini gole kapatmıştı. Ama defansta eksik kalmak işleri bozmaya başlamıştı. Nitekim Pepe hiç de beklemediğimiz bir yerden, defanstan kopup geldi ve savunmamızı zaafa uğrattı. Portekiz 1-0 öndeydi artık. Devamında da iyi oynayan taraf rakibimizdi. Belli ki gol onları motive etmişti. Fakat bir süre sonra oyuna denge geldi ve milliler de fırsatları kollamaya başladı. Emre Aşık'ın 82'deki kaleyi tutmayan kafası ve ardından Tuncay'ın kötü vuruşu aslında beraberliği getirebilirdi. Olmadı. Meireles'in son dakikalarda attığı gol maçı Türkiye'den almıştı. Kaybetmişti milliler. İlk maçtan 2-0 mağlup ayrılmışlardı.

Topa hâkim olan kazandı

Karşılaşmanın istatistikleri de bizim açımızdan pek parlak değildi. Portekiz'in kaleyi bulan sekiz şutuna karşın, Türkiye ancak tek bir şut çekebilmişti. Top hâkimiyeti de yüzde 52'yle Portekiz'den yanaydı ama asıl önemlisi golü bulana dek bu oran yüzde 62'ye kadar yükselmişti. Orta sahalarındaki ikili Petit ve Moutinho'nun yüzde 90'a yaklaşan pas yüzdesi bu hâkimiyetin nedenini gösteriyordu. Buna karşın Türkiye'de Emre Belözoğlu pas istatistiğinde yüzde 70'i ancak bulmuştu.

Terim "Ümidimizi kaybetmeyeceğiz"

Milli Takımlar Teknik Direktörü Fatih Terim, Portekiz maçı sonrası yaptığı açıklamada, şampiyonaya iyi başlayamadıklarını ifade ederek, İsviçre maçının çok önem kazandığını söylüyordu. Karşılaşmanın ilk yarısında pozisyon bulamadıklarını ancak ikinci yarıda oyunda dengeyi kurdukları anda kötü bir gol yediklerini belirten Terim, "İyi başlayamadık. Portekiz'i tebrik ediyorum. İlk yarıda çok pozisyon bulamadık. İkinci yarıda da tam dengeyi bulduğumuz anda kötü bir gol yedik. Servet'in sakat sakat oynaması, Gökhan Zan'ın da sakatlanması oyun kurgumuzu bozdu. Bazen böyle başlanabiliyor. Bu nedenle İsviçre maçı çok önem kazandı" diye konuşuyordu.

Portekiz'le oynamanın kolay olmadığını belirten Terim, şunları söylüyordu: "Portekiz'le oynamak kolay değil. Oyuna kim girmiş, kim çıkmış fark etmiyor. Turnuvanın ve Avrupa'nın çok önemli bir takımı. Daha iki maçımız var. Ümidimizi kaybetmeyeceğiz. Mevlüt'ü ikinci yarıda taktik gereği oyundan çıkarttım. Orta sahayı güçlendirmem gerekiyordu. Kâzım da doğru bir seçimdi. En iyi oynayanlardan birisiydi. Bundan sonra İsviçre maçına bakacağız. Güzel maç olacak. Bugün İsviçre, Çek Cumhuriyeti karşısında çok iyi oynadı. Bakalım iki mağlubun maçı ne olacak?"

Scolari "Türkiye çok cesur oynadı"

Portekiz Milli Takımı Teknik Direktörü Scolari de yaptığı açıklamada Türkiye'nin beklediği gibi çok cesur oynadığını vurguluyordu. Türkiye'nin takım oyununu çok iyi oynadığını belirten Scolari şunları söylüyordu: "Belli zamanlarda bize zor anlar yaşattılar. Portekiz gibi iyi oynadılar. Takımım da beklediğim gibi çok iyi oynadı. Oyuncularımın çok etkileyici formları ve fizik güçleri var. Çok önemli başarılar kazanmak isteyen ve birbirini destekleyen bir takımız. Gruptan çıkmak için 6 puan yeter. Biz işin yüzde 50'sini aldık. Bu galibiyetle çok büyük bir rahatlık kazandık. Gruptan çıkmak amacındayız. Çek Cumhuriyeti karşısına bu inanç ve bilinçle çıkacağız. Ülkemiz adına kazanmanın ne kadar önemli olduğunu biliyoruz. Bu tempoyu devam ettireceğiz."

Yağmur dindi, zafer geldi

İsviçre-Türkiye: 1-2

İlk maçlarını yitirenlerin mücadelesinde iki takımın da kaybetmeye tahammülü yoktu. Ancak gökten adeta kovayla boşalan yağmur bizim işimizi bozuyor, İsviçrelilerin ekmeğine yağ sürüyordu. Hakan Yakın'ın golü, ilk yarı bittiğinde ibreyi İsviçre'ye çevirmişti. Ancak unutulan bir şey vardı. Türkiye, turnuva boyunca kanıtlayacağı gibi "maç bitmeden bitmeyecek bir takım" olduğunu, önce St.Jakop Park'ta gösterecekti. Yağmurun dindiği ikinci yarıda Semih'in içimizdeki güneşi doğuran golüne son dakikada Arda bir gol daha ekleyecek ve turnuvanın en renkli takımının sahneye çıkışını müjdeleyecekti.

Saint Jakob Park - 11 Haziran 2008

Hakemler
Lubos Michel, Roman Slysko, Martin Balko (Slovakya)

İsviçre
Benaglio-Lichtsteiner, Müller, Senderos, Magnin-Behrami, Gökhan İnler, Fernandes (Cabanas dk.75), Barnetta (Vonlanthen dk.66)- Hakan Yakın (Gygax dk.85), Eren Derdiyok

Türkiye
Volkan-Hamit, Emre Aşık, Servet, Hakan Balta-Gökdeniz (Semih dk.46), Aurelio, Tümer (Mehmet Topal dk.46), Arda-Nihat (Kazım dk.85), Tuncay

Goller
Hakan Yakın (dk.32), Semih (dk.57), Arda (dk.90)

Sarı Kartlar
Tuncay, Aurelio, Hakan Balta (Türkiye), Eren Derdiyok (İsviçre)

İsviçre maçı öncesinde aslında herkeste bir gerginlik vardı. Ne olursa olsun, yine İsviçre'yle, yine bir ölüm kalım maçına çıkacaktık ve Portekiz karşılaşmasında alınan 2-0'lık mağlubiyet moralleri biraz olsun bozmuştu. Nereden bilebilirdik ki zor durumda olmanın Milli Takım'a bu kadar yarayacağını? Gerçi emarelerini Norveç'te görmüştük. Grup aşamasının en zor maçını, yenilgiyi kabullenmeyen milliler 1-0 geriden gelip alıp götürmüştü. Meğer bu takımın asıl kimliğiymiş bu. Onlar yenilmeye alerji duyuyormuş. Ne olursa olsun kazanmaya giden bir yol vardır, diyormuş.

Nasıl bir kadro çıkacak?

Maç öncesi hazırlık sürecine dönelim. Servet ve Gökhan Zan'ın sakatlıkları nüksetmiş, her ikisi de zorlanarak yürüyordu. "Takım nasıl bir defans hattına sahip olacak?" diye herkes merak ederken bir kötü haber de Emre Belözoğlu'ndan geldi. Kaptan da bir adale sakatlığına kurban gitmişti. Ayak bileğinde ezik olan Hakan Balta'nın durumunun belirsiz olmasını da hesaba katarsak işler giderek zorlaşıyor, takımın hangi onbirle sahaya çıkacağı merak konusu haline geliyordu.

Herkes bir çıkış yolu arıyor, herkes İsviçre maçının nasıl kazanılacağının hesabını yapıyordu artık. Oysa Fatih Terim daha turnuva başlamadan kulağımıza küpe olacak sözler söylemişti. Kim bilir, cevaplar belki de orada gizliydi. "Biz pek çok zor işi çevirdik, bunu da çevirebiliriz" diyordu Terim. "Bugüne kadar birçok kişinin hayal edemediği hedefler koyduk ve bu hedeflere ulaştık. Bu turnuvada final oynamaktan başka şeyin bize yakışmayacağını düşünüyorum." Perspektif böyle olunca, çıkış da bu sözlerde saklıydı aslında. Yine Fatih Hocaya kulak verelim: "Eğer iyi bir takımınız varsa, futbolcularınız özverileriyle deneyim eksikliklerini kapatıyorlarsa, başarıya aç bir ekibe de sahipseniz, bunlar bazen sizi avantajlı duruma getirir."

Hakikaten de açtı milliler. Hangi onbirle, hangi taktikle, hangi sistemle çıkarlarsa çıksınlar, bu başarıya aç oyun her zaman bir çıkış yolu yaratıyordu.

Yağmurla gelen kâbus

Gökdeniz'li, Tümer'li bir on biri tercih etti Fatih Hoca. Emre'nin yokluğunu Tümer'le doldurmak istiyor, Gökdeniz'in de seriliğine güveniyordu belli ki. Nitekim karşılaşmaya çok iyi başladı milliler. 6. dakikada Gökdeniz'in ara pasında topla ceza alanında buluşan Nihat, dönerek vuruşunu yaptı. Meşin yuvarlak kaleci Benaglio'da kaldı. Yavaş yavaş ataklar şekilleniyor takımın ne oynayacağı da belli oluyordu. Ama futbolda bazen sadece rakiple değil, başka unsurlarla da mücadele etmek kaçınılmaz olabiliyor. Ne yazık ki yine böyle oldu ve 12. dakikadan itibaren Basel'de Saint Jakob Park Stadı'nın tepesine çöreklenen bulutlardan müthiş bir yağmur indi. Sağanak yağmur adeta İsviçre'nin kademesine girmiş ve Türkiye'yi afallatmıştı. Milliler yağmurla verilen mücadelede topu bir türlü istedikleri gibi kullanamıyor, oyun kuramıyordu. Nitekim İsviçre sahneye çıktı bu bölümlerde. Turnuvanın ev sahibi sağlı sollu ataklar geliştirir olmuştu.

23. dakikada Hakan Yakın'ın şutunu Volkan çeldi. 25. dakika geride kalırken bu sefer Barnetta frikikten denedi şansını. Volkan yine iyiydi. Aslında 29. dakikada Arda'nın direkte kalan kafası biraz umutlandırmıştı bizi, fakat İsviçre akın akın gelmeye devam ediyordu. Nitekim genç Eren 32'de iyi taşıdı topu ve Hakan Yakın rahat bir vuruşla takımını öne geçirdi. Hiç kimsenin, hatta yağmurun bile bize böyle kötü gol yedireceğini beklemiyorduk açıkçası. 1-0 yenik duruma düştükleri bu bölümde milliler bir türlü istedikleri ritmi yakalayamıyordu. 35. dakika geçilirken Hakan Yakın'ın önünde bulduğu bomboş topa vuramaması büyük şanstı. Nitekim devre de böyle kapandı. Ay-yıldızlıların şimdi düşünecek zamanları vardı.

Hoşgeldin Semih

Fatih Hoca hiç tereddüt etmeden hamlelerini dizdi. İkinci yarıya, iyice ıslanan ve kayganlaşan zeminde etkisizleşen Tümer ve Gökdeniz'in yerine Semih ve Mehmet Topal'la başlamıştı takım. Çok geçmeden bu değişikliklerin semeresini de görmeye başladık. Yağmur dinmiş, zeminin kayganlığı azalmış, ibre yavaş yavaş Türkiye lehine dönmekteydi. Oyun İsviçre yarı sahasına yığılıyordu artık ve Türkiye vites yükseltiyordu. Mücadele hemen sonuç verdi. 57. dakikada Nihat'ın ceza alanına gönderdiği topa altıpas içinde iyi yükselen Semih, kafayla meşin yuvarlağı filelere göndererek skoru 1-1 yapmıştı işte.

Bu maç burada bitmez

58. dakikada Hakan Yakın'ın vuruşunu Hakan Balta, 59. dakikada ise Fernandes'inkini Emre Aşık kesince ve sonrasındaki İsviçre baskısı da gol getirmeyince işler toparlamaya başlamıştı. İsviçre'nin oyun hâkimiyeti kırılmış, artık kozlar millilerin eline geçmişti. Bu dengeli oyun maçın sonuna dek sürdü. İki takım da yoklama alıyor, iki takım da açık kolluyordu. 64'te Tuncay, 67'de Nihat tutturamadı hedefi. Fakat asıl olarak 73'te Tuncay, Nihat'ı bulsa gol diye ayaklanmıştı herkes. Aynı gol istemi 84'te İsviçre'den de geldi. Art arda gelen vuruşlarda Volkan kalesini iyi kapatmıştı. "Maç artık böyle biter" diyordu herkes. Beraberlik iki takımı da zorlayacak, Çek Cumhuriyeti'nin işine yarayacaktı. Ama bu turnuvada maçın süresi konusunda herkese bir şeyler öğretmeye yemin etmiş gibi duran milliler bırakmadı işin peşini. Daha sonra Euro 2008'in yıldızları arasına girecek olan Arda müthiş bir şut çıkardı. O ne vuruştu ama! Direncin, isyanın vuruşuydu adeta. 2-1'lik skor artık her şeyi değiştirecekti.

İstatistikler de Milli Takım'ın neden kazandığını gösteriyordu adeta. Sahada, topa daha fazla sahip olan, özellikle yağmurun dindiği bölümlerde oyuna hükmeden ve kendi sistemini rakibe dikte eden bir takım vardı. Gerçi turnuvanın en az pas yapılan ve en düşük pas yüzdesinin olduğu maçtı bu. Üstelik İsviçreliler kaleye Türkiye'den daha fazla şut atmıştı. Ama ışık tünelin ucunda görünmüştü işte. Maçın yıldızı doğal olarak Arda seçilmişti. Beş kurtarışla maça damga vuran isimlerden biri Volkan, en fazla pas yapan oyuncumuz da 51 pasla Hamit'ti.

Kazandı milliler. Turun kapısını da aralamış oldu böylece. Ama bunun da ötesinde başardıkları bir şey vardı. Ne demişti Fatih Hoca? "Bizim çok önemli bir düşüncemiz var. Biz bu önemli şölene renk katmaya geldik. Tüm seyircilerimiz bu güzel şölenin keyfini çıkarsın. Böyle bir ortamda bulunmak, kaybetmek veya kazanmaktan daha önemli."

Soluk, soğuk ve renksiz hava durumuna inat, işte turnuvanın rengi geliyordu, heyecan artıyor, taraftarlar canlanıyordu.

Muhteşem geri dönüş

Türkiye-Çek Cumhuriyeti: 3-2

15 Haziran 2008'de, Cenevre'de Stade de Geneve'i dolduran on binlerce kişi bir futbol mucizesinin canlı tanığı oldu. Olmayacak işler olmuştu o gün. Topun şekline olan inanç daha da artmıştı. Futbolun en epik, en destansı 15 dakikalarından biri yaşandı. Kaybetmeyi kabullenmeyen 11 adamın inadı, dirayeti, hırsı sahneye çıktı. "Bu oyunda hiçbir zaman umutsuzluğa yer yok dediler" ve 2-0 geriye düştükleri maçta Çek Cumhuriyeti gibi bir disiplin takımını son 15 dakikada attıkları gollerle 3-2 yenerek çeyrek finale yükseldiler.

Stade de Geneve - 15 Haziran 2008

Hakemler
Peter Fröjdfeldt, Stefan Wittberg, Henrik Andren (İsveç)

Türkiye
Volkan-Hamit, Emre Güngör (Emre Aşık dk.61), Servet, Hakan Balta-Tuncay, Mehmet Topal (Kazım dk.57), Aurelio, Arda-Nihat, Semih (Sabri dk.46)

Çek Cumhuriyeti
Cech-Grygera, Ujfalusi, Rozehnal, Jankulovski-Matejovsky (Jarolim dk.39), Galasek, Polak-Sionko (Vicek dk.84), Koller, Plasil (Kadlec dk.78)

Goller
Koller (dk.34), Plasil (dk.62), Arda (dk.75), Nihat (dk. 88 ve 90)

Sarı Kartlar
Mehmet Topal, Aurelio, Emre Aşık (Türkiye), Galasek, Ujfalusi (Çek Cumhuriyeti)

Kırmızı Kart
Volkan (dk.90)

Bazı maçlar vardır, futbolu sadece onları görebilmek, ender de olsa o tip maçlara rastlayabilmek için seyrettiğinizi düşünürsünüz. Her hafta onlarca maç seyredenler için de, çok ender futbol seyredenler için de geçerlidir bu durum. Sanki onca maç, asıl maçı bulmak, o büyülü ana rastlamak için izlenir. Sezon başına bile bir tane zor düşer bu karşılaşmalardan. O yüzden hiçbirini unutmazsınız. Çünkü onlar bir mucizedir.

İşte 15 Haziran 2008'de, Cenevre'de Stade de Geneve'i dolduran on binlerce kişi böyle bir ana rast geldiler. Bir futbol mucizesinin canlı tanığıydı onlar. Olmayacak işler olmuştu o gün. Topun şekline olan inanç daha da artmıştı. Futbolun en epik, en destansı 15 dakikalarından biri yaşandı. Kaybetmeyi kabullenmeyen 11 adamın inadı, dirayeti, hırsı sahneye çıktı. "Bu oyunda hiçbir zaman umutsuzluğa yer yok" dediler.

Kalan sağlar bizimdir

Ama biz önce başa dönelim ve maç öncesine gidelim. Hamit Altıntop daha İsviçre maçından sonra ne yapabileceğimizi söylemişti aslında. "Hiçbir zaman inancımızı kaybetmiyoruz" diyordu Bayern Münih formasını giyen milli oyuncumuz. Hakikaten de bu durum Milli Takım için bir kimlik haline gelmeye başlamıştı. Gerçi işleri yine zordu ay-yıldızlıların. Zorlu ve yorucu geçen İsviçre maçı mutlu sonla bitmişti, fakat yine ortalık revire dönmüştü. Tümer Metin, Emre Aşık, Hakan Balta, Servet Çetin, Gökhan Zan, Emre Belözoğlu… Hepsinde sıkıntılar vardı, bazıları neredeyse yürüyemeyecek duruma gelmişti. Tabii ki ilk onbiri taktik açıdan belirleyecekti Fatih Hoca, lâkin kalan sağlarla sınırlanıyordu opsiyonlar.

Tarihinde ikinci kez çeyrek final kapısını aralamak isteyen Türkiye için ilginç bir fırsat da vardı ortada. Yeni uygulanan bir kural sonucunda puanları, ikili averajları, genel averajları aynı olan iki takım eğer gruptaki son maçı oynayacaksa, beraberlik halinde penaltı atışlarına başvurulacaktı. Bu açıdan her şey bu kader maçına bağlanmış oldu böylece. Hatta ikinci tura adeta erken başlamıştı milliler. Fakat Türkiye işi bu hesaplara hiç bırakmadı…

Ah o Koller'in kafası

Aslında maça kötü girdi milliler. Daha ilk on dakikadan Çeklerin nasıl oynayacağı belli olmuştu. Basketbol için bile uzun sayılabilecek boyuyla Koller, rakip takımın hedef noktasıydı. Bütün hücumlar önce onun kafasına değip sonra şekilleniyordu. Türkiye ise buna karşı bir türlü önlem alamadı. İlk yarıda sürekli Koller'in kafasını seyrettik. Tecrübeli oyuncu topa vuramadığında da faul kazandırıyordu takımına. Koller 11. dakikada böyle bir frikikten ilk tehlikesini yarattı. Sonrasında da yüklenmeye devam etti Çekler. Oyun daha çok onların istediği gibi akıyordu.
17. dakikada gelen Tuncay'ın şutu takımımızın rakip kaleyi ilk yoklayışıydı. Ki o da pek tehlike yaratamadı. 20. dakikada bu sefer Mehmet Topal'ın şutu vardı. Hazırlanışı daha iyiydi fakat yine de gol atabilmek için hücum hattında daha fazla imkân bulmak gerekiyordu. Oysa 22. dakikada Çeklerin en seri ve etkili oyuncusu Sionko'nun bindirmesi, bir de hemen ardından çektiği şut gösteriyordu ki, gol Çeklere daha yakındı. Çok geçmeden de golü buldular zaten. Koller 34. dakikada bu sefer kafasını gol için kullandı. Yenik duruma düştükten sonra toparlamak istedik haliyle. Gerçi Çekler de devamını getirmek istiyordu ve bir darbe daha vurmak derdindeydiler. İlk yarı başka bir şey getirmedi.

Yerden oynama zamanı

Stratejiler devre arasına kalmıştı. Fatih Terim hemen sıkı bir hamle yaptı. Sabri ile Semih'i değiştirdi ve nokta santrfordan vazgeçti. Böylece topu havaya kaldırmak yerine yerden oynayacaktı takım. 47'de Nihat'ın ilginç volesi işlerin daha iyiye gidebileceğini gösteriyordu adeta. Rakip sahada daha fazla zaman geçirmeye başlamıştı milliler. 53. dakikada Tuncay'ın kafası, sağlı sollu girişimler... Sabri hız kazandırmış, Hamit daha rahat oynamaya başlamıştı. Sonra bir kozunu daha sürdü Fatih Hoca. Artık Kâzım Kâzım da oyundaydı ve gole giden her yolu zorluyordu Türkiye. Gol gelebilir diye beklerken talih arka kapımızı çaldı ve kötü bir sürpriz hazırladı. Emre Güngör'ün sakatlandığı dönemde 10 kişi kalan ekibimiz, dördüncü hakemin oyuncu değişikliğini ağırdan alması üzerine zaafa düştü ve bir gol daha yedi. Aslında hiç beklemiyorduk bu golü. Oyun tam da Türkiye'ye dönecekken kötü bir şaka gibi gelmişti. "Buradan sonra dönmez" dedik. Son yarım saate 2-0 geriden girdikten sonra artık rotayı lehimize çeviremeyiz diye düşünüyorduk.

Yenilgiyi kabul etmeyen adamlar

Lâkin sahada yenilgiyi hiçbir anda kabullenmemeye yemin etmiş bir ekip vardı. Yürekli ve takım ruhuyla yeniden yüklenmeye başladı milliler. Herkesi ateşleyen şey 75. dakikada gelen Arda'nın golüydü. Bu takımın ve turnuvanın genç yıldızlarından Arda tam köşeyi bulmuştu. Direniş başlamış, Çekler afallamıştı. İyice geriye çekilen rakip karşısında sağlı sollu darbeler başladı Türkiye'den. İnançlarını hiç kaybetmeden yükleniyordu çocuklar. 81'de "Servet'in kafası girmedi" diye çok dövündük. Hatta basın tribününde maçın orada döndüğünü yazmaya başlayan spor yazarları vardı. Zaman da umut da azalıyordu. 87. dakikada gelen gol belki de bu direnişe verilen hediyeydi. Dünyanın en iyi kalecilerinden biri olan Cech'in hatası tüm Türkiye'yi sokaklara dökecek sürecin ikinci hamlesi oldu. "Artık penaltılara kalacak bu iş" dedik hep birlikte. Ki o bile çoğumuza yetiyordu. Çünkü 2-0'dan 2-2'yi yakalayan takımın penaltılarda da psikolojik olarak üstün olacağını zannediyorduk.

Söyleyecek sözümüz var

Meğer millilerimizin söyleyecek sözü varmış daha. Maçın en iyisi sayılabilecek Hamit, orta sahada topla yürürken Çekler hâlâ yedikleri iki golün şaşkınlığını atamamıştı. Hamit de iyi gördü bu açığı ve karşılaşmadaki ikinci asistini yaptı Nihat'a. Kaptan Nihat ise en iyi yaptığı şeyi yapacaktı az sonra. Dünyanın en iyi kalecisi değil, tüm kalecileri getirseniz çaresiz kalacakları bir şut çıkardı Villarreal'li yıldızımız. Viyana kapılarını açan top atışı gibi geldi bu gol. Artık çeyrek final görünmüştü. Gerçi gereksiz bir kırmızı kartla takımını eksik bırakan Volkan yüreğimizi ağzımıza getirmişti ve son dakikaları, oyuncu değişikliği hakkımız bittiği için kalede Tuncay'la oynamıştık ama sonu iyi bitti masalın.

Olmayacak gibi gözüken her şey olmuş, milliler inanılmaz bir hırsa, mücadele ve kazanma azmiyle yine yenilgiyi kabullenmemişti. Artık çeyrek final kapısı aralanmış, futbolumuzda tarihi bir başarı elde edilmişti.

Bunu sadece biz de söylemiyorduk üstelik. Dünyanın bütün futbol otoriteleri takımımıza övgüler düzüyor, Çek Cumhuriyeti maçı turnuva tarihinin en iyi maçlarından biri olarak gösteriliyordu. "Kendimizi hatırlatmak istiyoruz" demişti Fatih Terim. Bırakın hatırlatmayı, artık kimse unutamayacaktı. Böyle bir maç, böyle bir geri dönüş, böyle bir yürek nasıl unutulabilirdi ki?

Maç bitmeden Türkiye bitmez

Hırvatistan-Türkiye: 1-1 (Penaltılar 1-3)

Artık dünya futbolunda sözü geçen herkes aynı şeyi söylüyordu: Türkiye her an her şeyi yapabilir. Gerçekten de bu kimlik çok yakışıyordu takıma. Herkes rakipleri favori gösteriyor, rakipler de her maçta ona uygun olarak öne geçiyor, ama yılmayan, yenilmeyen bir Türkiye aniden ortaya çıkıyor ve tahminleri altüst ediyordu. İşte Hırvatistan maçı da bunun son örneğiydi. Golsüz sona eren 90 dakikanın ardından uzatmaya gidilmiş, Hırvatlar bitime bir dakika kala öne geçmiş, herkesin "Bu iş bitti" dediği bir anda Türkiye bir kez daha geri dönmüştü. Penaltılarda bizim çocuklar bu moralle kaçırmıyor, yıkılmış Hırvatlar ise sürekli karavana atıyordu. Türkiye tarih yazmış ve yarı finale yükselmişti.

Ernst Happel Stadı - 20 Haziran 2008

Hakemler
Roberto Rosetti, Alessandro Griselli, Paolo Calcagno (İtalya)

Hırvatistan
Pletikosa-Corluka, Robert Kovac, Simunic, Pranjic-Srna, Niko Kovac, Modric, Rakitic-Krancjar (Petric dk.65), Olic (Klasnic dk.97)

Türkiye
Rüştü-Sabri, Gökhan Zan, Emre Aşık, Hakan Balta-Hamit, Mehmet Topal (Semih dk.76), Tuncay, Arda-Kazım (Uğur dk.60), Nihat (Gökdeniz dk.118)

Goller
Klasnic (dk.119), Semih (dk.120+2)

Sarı Kartlar
Tuncay, Arda, Uğur, Emre Aşık (Türkiye)

Çek Cumhuriyeti maçı geride kaldığında belki sakatlıklar ve güç olarak bir şeyler kaybetmişti Milli Takım, ama kazanç hanesi çok daha kabarıktı. Zor anlarda bile toparlayabilme, geri dönme özelliği sayesinde özgüvenimiz çoğalmış, bütün dünyanın şapka çıkardığı bir performans gösterdiğimiz için saygınlığımız hızla yükselmiş, her an her şeyi yapabilen bir ekip olarak popülaritemiz artmıştı. Artık dünya futbolunda sözü geçen herkes aynı şeyi söylüyordu: Türkiye her an her şeyi yapabilir. Gerçekten de bu kimlik çok yakışıyordu takıma. Herkes rakipleri favori gösteriyor, rakipler de her maçta ona uygun olarak öne geçiyor, ama yılmayan yenilmeyen bir Türkiye aniden ortaya çıkıyor ve tahminleri altüst ediyordu.

Dünyanın favorisi Hırvatlar

Hırvatistan maçı öncesinde de durum farklı değildi. Türkiye yine sakatlar ve eksiklerden mustaripti, yine zorlu bir maçın sonrasında yaşanan adrenalin boşalmasıyla takatsiz kalmıştı, yine güçlü bir rakiple oynuyordu ve yine yine yine favori olan taraf değildi. Üstelik rakip bu sefer Çeklerden de iyi, turnuvanın gizli favorilerinden, karizmatik teknik adam Bilic'in Hırvatistan'ıydı. Modric, Olic, Kovac kardeşler, Rakitic, Pranjic, Krancjar gibi Avrupa futbolunda adı ve yeri olan isimlerle iyi futbol oynayan takımdı Hırvatlar. İngilizleri turnuva dışına itmişlerdi ve daha da önemlisi Euro 2008'in en parlak ekiplerinden Almanya'yı çok etkili bir oyunla devirmişlerdi. İstim üzerindeydiler. Gözlerini yarı finale dikmişlerdi. Hatta Almanları yarı finalde de yenip finalin kapısını aralamayı düşlüyorlardı. Onlar için Türkiye amaca giden yolda bir basamaktı sadece.

Maç öncesi açıklamalarda her iki teknik adam da birbirlerini ne kadar ciddiye aldıklarından bahsediyorlardı. Fatih Terim, Hırvatistan'ın gücünü takdir ediyor, Bilic ise Türkiye'nin hiçbir zaman göz ardı edilemeyecek kadar iyi bir takım olduğunu söylüyor ve ekliyordu: "En önemli özellikleri, rakibe karşı oyun planlarını değiştirip yeni bir oyun ortaya koyabilmeleri. Bu da onları tehlikeli yapıyor."

Bir ilke daha imza atmak istiyoruz

75. maçına çıkıyordu Fatih Hoca. Her zaman ilklere imza atan bir isim olarak bir kez daha başarmak istiyordu. Takım ise belki ondan da hevesliydi. Çoğu daha futbolda olgunluk çağına gelmemiş oyuncuların gözlerinde galibiyetin mümkün olduğunu kolaylıkla okuyabiliyordunuz. Çünkü onlar da artık büyük işleri başarabileceklerini, büyük zaferleri elde edebileceklerini fark etmişlerdi. Sabri Sarıoğlu, Çek Cumhuriyeti karşılaşmasının kendileri için çok zor kazanılan bir maç olduğunu söyleyip şöyle umut veriyordu basın toplantısında: "Ancak bu zoru tüm arkadaşlarımla inanarak başardık. Çeyrek finale ulaştık. Hırvatistan zor ekip. Onları da geçip yarı finale ulaşmak istiyoruz. Bunu başarabilecek gücümüz var."

Mehmet Topal ise kadrodaki 23 ismin de birbirini aratmayacak oyuncular olduğunu söylüyor ve zorlu da olsa Hırvatistan maçından zafer beklediğini gülümseyerek anlatıyordu basın mensuplarına. Herkes tek bir şeye odaklanmıştı; galibiyet. Üstelik bu sefer daha iyi oynamak ve daha iyi mücadele etmek de şarttı.

Nefes bile aldırmıyoruz

Öyle de oldu gerçekten. İlk düdükle birlikte diş gösteren, diğer maçlara oranla daha fazla top yapan, daha fazla ısıran bir takımdı Türkiye. Neredeyse bütün maç boyunca bu oyun standardını korumayı başardılar. Hele de maçın başında... İlk 20 dakikada oyunu kuran, kurgulayan taraf hep ay-yıldızlılar oldu. İşi mucizelere bırakmak yerine, alın teriyle bir kulvar açmak istiyorlardı. Ama kader yine bir epik mücadele, yine bir olmadık işler senaryosu yazmıştı bir kere…

Açıkçası, Türkiye'nin maçın başından itibaren oyunu domine etmesini kimse beklemiyordu. Çünkü o güne kadar hep ilk hamle rakiplerden gelmişti ve Türkiye ona göre şekillenmişti. Ama bu kez tersi olmuştu ve Türkiye daha iyi taraf olarak oyuna ağırlık koyuyordu. İyi oynayan, sağlam basan bir takımı, hele de henüz gol yememişken, gerçekten de kimse beklemiyordu. Tamam karşılaşmanın ilk yarısındaki en önemli pozisyonunu, ki maçın da gole en yakın anıydı belki, Hırvatistan yakalamıştı. Ama 18. dakikada Modric'in çıkardığı topu direğe nişanlayan Olic'in vuruşu bir kontrataktan gelmişti ve hâlâ topa hâkim olan Türkiye'ydi. Takımın oyuna hükmeden görüntüsünde Hamit'le iyiden iyiye kuvvetlenmiş orta sahanın başarılı top tutuşu ve oyunu önde kuruşu etkiliydi. Bir de Tuncay'ın dört maçın en iyisi performansı gelince, gol ya da pozisyon çıkmasa bile herkes umutlanmaya başlamıştı.

Hırvatlar oyunu dengeliyor

Bu durum ikinci yarının başında da devam etti aslında. Fakat yavaş yavaş Hırvatistan da etkili olmaya başlamış, Modric önderliğinde oyunu rakip sahaya yıkar olmuştu. Bilic'in takımı giderek oyun etkinliğini artırıyor, Türkiye üzerinde baskı kuruyordu. Fakat Türkiye de direnmekten vazgeçecek gibi değildi. Modric'in Rakitic'le, Pranjic'le yaptığı üçgenler ne kadar etkiliyse, millilerin defans anlayışı da o kadar sağlamdı. Bu sayede neredeyse maçın tamamında hiçbir takım diğerine oyununu dikte ettiremedi. Son yarım saatte ise herkes rölanti vitesine geçti. Tempo düşmüş, oyun dengeye oturmuştu. Tuncay, Hamit, Hakan Balta ve stoperler maç boyunca neredeyse hiç düşüş yaşamadı.

Şimdi Türkiye zamanı

Ve uzatmalar geldi çattı. Türkiye artık son düzlüğe çıkmıştı. Penaltılar ve yarı final için son yarım saate girilmişti. Hırvatistan bu bölümde daha çok penaltıları bekleyen bir havaya girmişti. Fakat Türkiye tam da bu bölümde vites yükseltmeye başladı. Gol istiyordu milliler. "Penaltılara kalmasın" diyorlardı. Ucundan yakaladıkları yarı finali almak istiyorlardı. Goller kaçtı, fırsatlar gitti. Maç yavaş yavaş sona eriyordu. Ama işte bir anlık zaaf her şeyi bitiriyordu neredeyse. Bir anlık tereddütler ve yorgunluk derken Klasnic golü bulmuştu bile. Dakikalar tükenmiş, maç sona ermek üzereydi. Yerde yatan ve her şeyin bitebileceğini düşünen futbolcuları tek tek kaldırdı ayakta kalanlar. Türkiye yenilgiyi kabul etmezdi, yine etmeyecekti. Nitekim Rüştü'nün bir uzun topu Semih'in önüne düştü ve Semih de o hırsla vurdu. Gol herkesi ama herkesi şoke etmişti. Hırvatlar gözlerine inanamıyordu. Belki maç 0-0 bitse ve penaltılara kalsa bu kadar demoralize olmazlardı. Ama şimdi yıkılmışlardı. Bu sayede büyük bir moral deposuyla girdi milliler penaltılara. Hırvatlar bir bir kaçırırken bizimkiler hep ağları buluyordu. Yarı finaldeydi Türkiye. Yenilmiyorlardı, yenilmeyeceklerdi. Pes etmiyorlardı, etmeyeceklerdi. Bu oyunun her anını lehlerine çevirecek bir fırsat olarak görmeye devam edeceklerdi.

İşte bu sayede, bu iradeyle kazandı Türkiye. Semih'in golü bunun ödülüydü. Mucize yaratmadılar, tıkır tıkır oynadılar, direnç gösterdiler. Bu emeğin galibiyeti sayılır. Çünkü takım elinden geleni yaptı. Hiç bu kadar takım gibi, hiç bu kadar kolektif oynamamışlardı. Kimsenin ismi öne çıkmadı. Bu oyun bir takım oyunuydu ve herkesin emeği vardı. Artık tarihçiler fazla mesaiye çıkmalıydı.

Galiptir bu yolda mağlup

Almanya-Türkiye: 3-2

Yarı final, Avrupa Şampiyonası finallerinde bugüne dek ulaştığımız en üst noktaydı ama neden daha fazlası olmasındı? Almanya karşısına işte bu inançla çıkmıştık. Eksiklerimizin çokluğuna rağmen başlangıçta Almanlara göz açtırmadık ve Lehmann'ı da direkleri de tanımayıp öne geçmeyi bildik. Yediğimiz iki golün ardından da inancımızı yitirmemiştik. Ne de olsa daha önce de benzer manzaraları yaşamıştık. Nitekim Semih'le gelen beraberlik golü "Türklerin geri dönüşü"ydü. Ama unuttuğumuz bir şey vardı. Futbol, Almanların kazandığı bir oyundu ve bu defa son dakika golüyle veda eden biz olduk. En iyisini oynadığımız maçta en kötüsüyle karşılaşsak da galipti bu yolda mağlup.

St. Jakob Park - 25 Haziran 2008

Hakemler
Massimo Busacca, Matthias Arnet, Stephane Cuhat (İsviçre)

Almanya
Lehmann-Friedrich, Mertesacker, Metzelder, Lahm-Hitzisperger, Ballack (Dk. 90 Jansen), Rolfes (Frings dk.46)-Schweinsteiger, Klose, Podolski

Türkiye
Rüştü-Sabri, Mehmet Topal, Gökhan Zan, Hakan Balta-Hamit, Aurelio, Ayhan (Dk. 81 Mevlüt), Uğur (Gökdeniz dk.84)-Kazım (Tümer dk.90), Semih

Goller
Uğur (dk.23), Schweinsteiger (dk.26), Klose (dk.80), Semih (dk.86), Lahm (dk.90)

Sarı Kart
Semih (Türkiye)

Yarı finale gelene kadar Türkiye o kadar çok "kader maçı" atlatmıştı ki, artık kimse o kelimeyi ağzına almıyordu. Doğrusu, artık kimse bu maceranın bir yerde biteceğine inanmıyordu. Verilen onca zayiat, giderken ıssızlaşan antrenmanlar, hatta gökyüzü bile delinmiş, sel olmuş, çamur olmuş karşısına çıkmıştı da yine de bileğini bükememişti ay-yıldızlı takımın. O kadar çok zor zaman geride kalmıştı ki, artık efsaneler olağan, mucizeler sıradan oluvermişti. Kuşkusuz yarı final zor olacaktı ama inanmak için o kadar neden vardı ki. Buradan sonrasına inanmamak, ancak bundan önce olanları anlamamakla mümkündü.

Bir destan daha yazılır mı?

Basel'in Aziz Yakub'un ismini alan stadyumunun çimleri dahi o güne kadarki heyecana dayanamamış, turnuvadaki son maçına yamanarak hazırlanabilmişti. Tribünlere kırmızı-beyaz, siyah-beyaz, hatta dostça bir kırmızı-siyah hâkimdi. Yıllarca fabrikalarda aynı çiviye çekiç vuran, aynı çorbaya kaşık sallayan iki ülkenin halkı bir aradaydı, dostluk şimdiden kazanmıştı. Almanya takımına gelince, onlar ezelden beri "esas çocuk" olmadıkları hikâyeleri ezelden beri sevmezlerdi. Belki 1966'da hâlâ çizgiyi geçip geçmediği bilinmeyen topla kaybettikleri kupadan beri böyleydi bu. Tabii ki karşılarındaki cesur adamları küçümseyecek hâlleri yoktu, ama yazılan onca destandan etkilenmişe de benzemiyorlardı. Kırmızı-beyazlılar ise eksikti, hatta maça çıkacak kadar oyuncuyu anca denkleştirebilmişlerdi, halı saha maçlarında bile kenarda daha fazla sağlam adam görmek mümkündü. Ama Fatih Hoca, bir yap-bozun parçalarını yonta yonta yerleştirmişti boşta kalan her yere. Zaten ilk düdük çaldığı an teknikle taktik, tozla dumana boğulacaktı. Gözler, bir Sevilla gecesi Fenerbahçe'ye büyük sevinci yaşatan düdüğü çalan Massimo Busacca'daydı. İsviçreli elini uzattı ve her şey o an başladı.

Direkleri sallıyoruz

İlk üç dakika kırmızı-beyazlılar temkinliydi, karşılarındaki rakibi durdurabileceklerine inanmaları belki de bu kadar zaman almıştı. Hücum borusu çalan Kâzım oldu, sağ kanattan aldı topu, yüklendi rakibin üstüne. Anlaşılmıştı ki, ön adıyla soyadı aynı olmasaydı da ismi o gün anılacaktı. Kâzım öyle hızlı ilerliyordu ki, rakibin bırakın ismini, cismini görmek mümkün olmamıştı. Hızla ilerleyen bir trenin iki yanında flulaşan ağaç sıraları gibiydiler. Nitekim kaleyi gördü genç adam, çekti şutunu. Zaman durduğu için mi direk titriyordu, yoksa stadyumdaki binlerce insan titriyordu da tek sabit kalan direk mi olmuştu? Kalede yılların tecrübesi Lehmann kıpırdayamayanlardan sadece biriydi, ama topun canı bu seferlik istememişti.

Geliyorum diyen gol

Kâzım'ın coşkusuna ilk katılan Sabri oldu, o da sağ kanadı aşındırmaya girişti. Bayern'in sol kanadında devleştikçe devleşen Lahm, o gün sanki Güliver gibiydi, etrafındaki kırmızılılar başını döndürüyor, hiç bir şey yapamıyordu. Derken yine geldiler üstüne. Top içeri çıkarıldı, Ayhan bir an okşadı topu, Kâzım çevirdi. Top eski sevgilisi direkle şöyle bir kucaklaştı, yine nazlanıp sahaya döndü. Ama bu sefer soldan sarkan Uğur oradaydı. Sağdan hipnotize olan Almanya, soldan vurulmuştu. Gol dakikası yirmi ikiydi ama takvimler 1954'ü gösteriyordu. Sanki Lefter'ler, Canavar Burhan'lar, Suat Mamat'lar geri dönmüştü. Üstelik bu sefer Fritz Walter'le Morlock yoktu, herhalde işleri çıkmıştı.

Sevincimiz kısa sürüyor

Onlar yoktu ama Almanya yine de Almanya'ydı. Kendilerini maç başından beri yoran sağ kanattan intikam alırcasına sola şandellediler topu, içeri bir top geçirildi, Schweinsteiger usta işi dokunuşu yapmak için oradaydı. Bu kez Almanlar seviniyordu ama hikâye burada bitmek şöyle dursun, daha yeni başlıyordu.

İkinci yarıda Almanya dişini göstermeye başladı. Ama defansta Gökhan Zan'la mecburi stoper Mehmet Topal vardı. Mehmet Topal takımını topal bırakmamış, canını dişine takmış, mücadele ediyordu. Soldan Hakan, baltayı taşa değil Almanya ataklarına vuruyordu. O kadar gidenin yerine dönen Aurelio, sanki her gidenin yerine fazladan oynuyordu. Turnuva başından beri Arda'yı, Nihat'ı kovalayan binlerce futbol meraklısı, artık kimi takip edeceğini şaşırmıştı. Hamit ise yine her yerdeydi. Yine de bu oyun hep Almanların kazandığı oyun değil miydi, işte golü buldular. İçeriye kesilen ortada Klose sanki yerden yükselmedi de gökten indi, hem defanstan hem de Rüştü'den önce vurdu. Türkiye geriye düşmüştü ama bu ne zaman ay-yıldızlıları durdurmuştu ki!

Semih, yine Semih

Korkmamıştı Millî Takım. Arkasına mucizeleri alanlar korkmazdı zaten. Top, Almanlara inat, alışkın olduğu sağ kanada gitti, baş döndüren bir pas trafiği vardı. Meşin yuvarlak Sabri'nin ayağında soluklandı. Sabri arkasını döndü, rüzgârdan ve Lahm'dan sakladı topu, sonra kendisi rüzgâr oldu, sağından esti, solundan geçti dev sol bekin. İçeriye düşünmeden kesti, Semih'in orada olacağından herkes emindi. Beyaz formalı takım neye uğradığını anladığında Semih çoktan sessizliği sağlamıştı. Gitmek mi, kalmak mı zor bilinmezdi ama bu takım geri dönmekte hiç zorlanmıyordu.

Futbol Almanların kazandığı oyundur!

Tribünler artık Türkiye'nin galibiyet golünü bitime kaç saniye kala atacağını hesaplıyordu. Ancak talihin o gün başka planları vardı. Atak yapılmaktan aşınan Almanya'nın sol, Türkiye'nin sağ koridoru bu kez Almanlara çalıştı. Üstelik şans, bu sefer sahneye günün bitap ismi Lahm'ı çıkaracaktı. Felek o kadar mükemmel bir plan hazırlamıştı ki, gecenin yerden hiç kalkamayanı, son anın kahramanı olacaktı. Lahm köşeye vurduğunda en güzel rüyadan hiç olmayacak yerde uyanmak gerekiyordu. Almanlar, yine sonunda kazanmıştı.

Busacca bu kez çok üzen düdüğü çaldığında pek çokları için turnuva orada bitmişti. Stadyumlara gelen, televizyonların başına kurulan ve fırından yeni çıkmış mucizelere tanıklık eden futbol diyarının sakinleri kuru ve soğuk bir gerçekle yüzleştiler. En güzel masal bile bazen bir yerde sona eriyordu. Ama tüm o olan bitenin hafızalara kazındığı düşünüldüğünde, aslında sonsuzluğa belki de olabilecek her zafer hikâyesinden daha fazla yaklaştığı söylenebilirdi. Kırmızı-beyazlılar futbol topunun tüm bilinmezliğini, tüm nazını, tüm esrarını kalplere kazıyarak evlerine döndüler. Bundan daha fazla kazanmak zaten mümkün değildi.