TR
EN
Site İçi Arama
Detaylı Arama
Mircea Lucescu: "Türk futbolunun potansiyeline güveniyorum" 4.11.2017
Mircea Lucescu: "Türk futbolunun potansiyeline güveniyorum"
Geri
İleri
Karşımızda yarım asırdır hiç ara vermeden futbolun içinde yoğrulan bir usta var. Millî Takımımızı başarıya ulaştırmak için kolları sıvayan ve Riva'da yatıp kalkan Rumen teknik adam, sıraladığı pek çok olumsuzluğa rağmen geleceğe umutla bakıyor, bu umutlu bakışı da geçmişte Galatasaray ve Beşiktaş'ta başardıklarını tekrarlayabileceğine olan inancına ve 50 yıllık tecrübesine yaslıyor. O dönemde başarıları yakalayan Türk futbolunun, sahip olduğu potansiyeli kaybetmediğini söylüyor ancak kulüplerdeki teknik adamların yardımına duyduğu ihtiyacı da özellikle vurguluyor.

Röportaj: Mazlum Uluç /TamSaha

TRT'ye verdiğiniz röportajda, çok eleştirildiğiniz Arda Turan'ın ayağına gitme hususunda "Ben profesyonelim. Millî Takım'ın çıkarları neyi gerektiriyorsa onu yaparım. Gerekirse yine giderim" dediniz. Oğuzhan Özyakup konusunda "Onu aradım, özür diledim ve davet ettim. İsterse bu daveti geri çevirme hakkı olduğunu da söyledim" dediniz. Selefiniz Fatih Terim'le ilgili tüm söylemlerinizde onun ne kadar başarılı çalışmalar yaptığını anlattınız. Çok da alışkın olmadığımız tavırlardı bunlar. Bize hayata, dünyaya ve insanlara bakışınızı kısaca özetler misiniz?


Açıkçası ben de sorunuzdan dolayı biraz şaşırdım. Çünkü insanların beni genellikle yaptığım işle değerlendirmesi, benim aldığım kararları sorgulaması veya bunlara ilişkin sorular sormasına alışkınım. Dolayısıyla hayata bakışımla ilgili bir soru sorarak, beni biraz hazırlıksız yakaladınız gibi oldu. Ama şöyle söyleyeyim, yaptığımın normal olduğunu düşünüyorum. Bu benim aldığım eğitimin, yaşadığım tecrübenin ve elde ettiğim sonuçların bir neticesi. Bence hayatımızdaki en önemli şey vicdanımızın sesini dinleyerek ahlâklı bir görüntü ortaya koymak. Ben yaptığım her şeyi insanları göz ardı etmeden yapıyorum. Etrafımdaki insanları dinleyerek, onlardan feyz alarak, onları da dinleyerek yapıyorum. Olumlu olmaya çalışıyorum. Bazı şeylerin daha iyi olmasına nasıl yardımcı olabilirim diye bakıyorum. Benim kafa yorduğum şey, hareket noktam bu.


Kulüp takımı çalıştırmakla bir millî takımı yönetmek arasında nasıl farklar var? Böyle bir zorluk hissediyor musunuz?

En baştaki fark, millî takım teknik direktörü aslında bir seçidir. Başkalarının hazırladığı futbolcuları kendi takımına seçen kişidir. Bu oyuncuları hazırlamaya da vakti yoktur. Normalde kulüp takımlarını çalıştıran kişiler futbolcularla her gün çalışırlar, onları organize etmeye vakitleri vardır, alttan oyuncu çıkartırlar, yeni oyuncular yetiştirirler, genç oyuncularla tecrübelileri karıştırma şansları vardır ve bunu sık sık değiştirerek yaparlar. Ama millî takım teknik direktörü seçicidir ve bir karar verir. Bu kararı verirken de belirli kriterleri vardır. Mesela bazı oyuncular antrenmanda, bazıları maçta iyidir. Bazı oyuncular kulüp takımlarında, bazıları millî takımında iyi oynar. Kimi oyuncu yerel düzeyde başarılıdır, kimisi de uluslararası düzeyde oynayabilir. Bu oyuncuların formları, deneyimleri, şöhretleri hepsi bir arada değerlendirilerek bir seçim yapılır. Kendisini ispat etmiş tecrübeli oyuncular bizim için sigorta gibidir. Bu oyuncuların form düzeyleri de oldukça düzenli gider. Genç oyuncular ise inişli-çıkışlı grafikler çizer. Tabiî bizi ilgilendiren farklılıklardan biri de oynadığımız maçın özel mi resmi mi olduğudur. Buna göre bakar ve bazı noktalarda değişik dokunuşlar yaparız, değişik amaca hizmet eder. Mesela özel maçlarda yeni oyuncuları denemek ve görmek isteriz. Ayrıca şöyle de bir şey var; millî takıma gelen oyuncu burada farklı bir baskı ve stres hisseder. Bu duyguları yaşaması da önemlidir. Biz Millî Takım'a gelen oyuncuları artık olmuş gibi kabul ediyoruz. Ama öyle değil. Oyuncular adeta çocuk gibidir. Onları başarılarıyla, iyi yönleriyle, geliştirmesi gereken yönleriyle kabul etmeli ve onlara karşı sabırlı olmalıyız. Bu açıdan baktığımızda millî takımlarda bu tip zorluklar da vardır.

TRT'deki röportajınızdaki konuşmalarınızdan, dört maçlık süreçte bazı oyuncuların sizi hayal kırıklığına uğrattığı hissine kapıldım. Bu hayal kırıklıkları hangi konudaydı? Neler bekliyordunuz, neleri göremediniz?

Kararları ben verdim, bütün sorumluluğu da ben aldım. Eğer suçlu biri varsa o da benim. Onları ben seçtim, ben sahaya sürdüm. Benim bir hayal kırıklığım yok ama dikkat çekmek istediğim bir konu var; o da kadroya aldığımız Emre Mor, Hakan Çalhanoğlu, Enes Ünal ve Cengiz Ünder gibi genç oyuncuların hepsinin bu yaz transfer yapmış olması. Bu oyuncular kendi takımlarının esas nüvesini teşkil ediyor, takdir görüyor ve oynuyorken yeni kulüplere gittiler. İnsanlar adaptasyondan bahsediyor ama bu sadece adaptasyon meselesi değil. Herhangi bir yerde bir grup içerisine girmek zaten zordur. Orada da şöhretli isimler arasında forma giymek zordur. Mesela Burak bile Çin'den Türkiye'ye transfer yaptı ki, ben biliyorum, Çin'den yeniden başka ülkelere giden oyuncular belirli zorluklar yaşıyor. Orada futbolun oynanış tarzı ve farklı unsurlar, buraya gelip adaptasyon sağlamalarını zorlaştırıyor. Benim oyuncuları tanımak için çok kısa bir zamanım oldu. Fotoğraflardan gördüğüm, maçlarda izlediğim oyuncularla ilk defa el sıkışıp onlara dokundum. O derecede zor bir dönemdi. Bu arada sakatlık sıkıntıları da yaşadık. Oyuncuların Millî Takım'a hazır gelmesi çok önemli bir kriter. Çünkü hazır geldikleri zaman doğrudan oynayabilecek durumda oluyorlar. Ama oynamayan oyuncuların burada acı çektiğini gördüm. Ve bu acı çeken oyuncular olumsuz bir tablo. Ben bu oyuncuların millî takımda oynayarak sezonun ikinci yarısı için kendilerini kulüplerinde de oynayabilecek duruma getirebileceklerini düşünmüştüm. Shakthar'da da Dinamo Bükreş'te de birçok genç oyuncuyla çalıştım. Ama orada bu oyuncuları bir noktaya ulaştırabilmek için vaktim vardı. Sezon içinde 30-40 maç oynuyorsunuz ve orada önemli veya önemsiz maçlarda, güçlü ya da zayıf rakipler önünde bu oyuncuları test edebiliyorsunuz. Ama Millî Takım'da her maç önemli ve her maç mücadele. Bu da ayrı bir zorluğa yol açıyor.

Görevinizle ilgili zorlukları sıralarken ligimizdeki yerli oyuncuların azlığından, oynayanların yaş ortalamasının yüksekliğinden, 21 yaş altı oyuncuların neredeyse hiç bulunmadığından söz ediyorsunuz ki bunların hepsi doğru tespitler. Ama bir yandan da gelecekle ilgili olumlu mesajlar veriyorsunuz. 2020 Avrupa Şampiyonası elemeleri için önümüzde 1 yıllık bir süre var. Bu sürede tüm bu olumsuzlukları nasıl düzelteceğinizi düşünüyorsunuz ki bu kadar ümitli olabiliyorsunuz?

Tabii bu zamana bağlı olan bir şey. Önümüzde hazırlanmak için 8-9 maçımız var. Ben bu 8-9 maçta oyuncularımı çok iyi değerlendirebileceğimi düşünüyorum. Onların potansiyeline güveniyorum. Öncelikle Türk futbolunun potansiyeline güveniyorum. Tabiî burada diğer teknik direktörlerin bize yapacağı yardım da önemli. Özellikle de büyük takımlardaki teknik direktörlerin. Ayrıca Galatasaray ve Beşiktaş'tayken yaptıklarıma güveniyorum. Daha önce Türk futbolunda başardım ve bunu daha çok Türk futbolcularıyla başardım. O zamanki potansiyelin kaybolmadığına inanıyorum. Oyuncuları daha fazlasını vermeye itmeliyiz. Yabancı futbolcuların altında kalmayıp potansiyellerini göstermelerine fırsat vermeliyiz. Şu anda motive olmak önemli. Kendilerini Millî Takım'a gelmeye, daha iyi oynamaya motive etmeleri lâzım. Türk oyuncuların hepsi için söylüyorum. Sadece Millî Takım'a gelmiş, sürekli gelen, bir kere gelmiş gitmişlerin değil, hiç gelmemişlerin de kendilerini bu yönde motive etmelerini istiyorum. Kendilerini kabul ettirsinler. Çünkü rekabet her şeyden önce kendinle olur. Rakiple, sahayla, taraftarla rekabet edersin ama önce kendinle rekabet edersin. Ben bunu istiyorum. Bütün bunlar yapıldıktan sonra benim işim kolay olacak. Ben 50 yıldır futbolun içindeyim. Bu 50 yılda bir kez bile ara vermedim. Bütün büyük hocaların belli dönemlerde ara verdikleri olmuştur ama benim hiç aram olmadı. Bu da başkaca üzerine basmak istediğim bir nokta.

Sizden genç oyuncular olarak daha önce Ertuğrul Ersoy ve Abdülkadir Ömür'ün isimlerini duyduk. Başka hangi isimlerden söz edebilirsiniz?

Oyuncu ismi vermek yerine, sorunuzu şöyle cevaplayayım… Daha önce de Altınordu örneğinden sıklıkla bahsettim. Bu örnekten diğer kulüpler de ilham alabilir. Bursaspor'u da göz ardı etmememiz gerekiyor. Onlar da Türk futboluna birçok oyuncu kazandırdılar. Yusuf Yazıcı ve Abdülkadir Ömür'ü göz önünde bulundurup Trabzonspor'u da bu kulüplerin arasına katabiliriz ama ben Trabzonspor'un çok daha fazla potansiyele sahip olduğuna inanıyorum.

Bir yandan 14 yabancı kuralı devam ederken, yerli oyuncuların da takımlarda yer bulabilmesi için kulüp takımlarındaki teknik adamlarla görüşme dışında neler yapılabilir? Mesela kulüpleri belli yaşın altındaki oyuncuları belli sayıda ilk on birde oynatma zorunluluğu getirilebilir mi?

Türkiye Futbol Federasyonu ile kulüplerin bir arada çalışarak yabancı-yerli oyuncu konusuna bir çözüm getirmesi gerekiyor. TRT'ye verdiğim röportajda bu konuda bir komisyon kurulması gerektiğini söyledim. Futbolun içinde olan aktörlerden TFF yetkilileri, antrenörler, kulüp başkanları, gazeteciler, televizyoncular, menajerler, eleştiri yapmak için değil, çözüm üretmek için burada olmalı. Farklı kategorilerde insanlar var. Birincisi işi bilenler, ikincisi işi bilenler ve hâlihazırda bunu yapmakta olanlar, üçüncüsü işi bilenler ama bu konuda bir şey yapamayanlar, dördüncüsü ise hem işi bilmeyip hem de eleştirenler. Bu son iki kategoriyi kesinlikle devre dışı bırakıp ilk iki kategoriyle işimizi yapmamız lâzım. Çözüm önerileri gelsin. Bu benim doğrudan müdahil olabileceğim, yetki alanımdaki bir konu değil. Türkiye statlarıyla üstyapı konusunda birinci ama altyapı ve oyuncu yetiştirme konusunda sonlarda. Bunun düzeltilmesi gerekiyor.

TRT'deki röportajda TFF Futbol Gelişim Direktörü Tolunay Kafkas'ın olumlu çalışmalarından bahsettiniz. Bu konuyla ilgili somut olarak ne söyleyebilirsiniz?

Tolunay Kafkas'la bir görüşmem oldu. Bana bir sunum yaptı. Almanya'daki sistemi incelediklerini gördüm. Tabiî bunların uygulanması idari bir karar ve Spor Bakanı, Millî Eğitim Bakanı gibi üst mercileri, TFF ve kulüpler gibi farklı paydaşları barındırıyor. Dolayısıyla bu kişilerin alacağı karar sonrasında uygulamalar netleşecek.

Türk Millî Takımının ve hatta Türk futbolunun temel altyapı kaynaklarından birisi de Avrupa ülkeleri, özellikle de Almanya… Fatih Hocanın da bu kaynaktan yararlanmak için ciddi bir çaba harcadığını biliyoruz. Siz bu kaynakla nasıl bir ilişki kurmayı düşünüyorsunuz?

Öncelikle şunu söyleyeyim, ben dış kaynaklardan oyuncu yanlısı birisi değilim. Türkiye'deki kaynağı yetiştirme yanlısıyım. Bahsettiğiniz ülkelerdeki oyuncularla buradaki oyuncular arasındaki fark yetenek değil. İki taraftaki oyuncular da eşdeğer yetenekte. Fakat burada çocukların profesyonel futbol eğitimiyle, akademilerdeki eğitimle ilgili farklar mevcut. Bütün dünya gibi futbol da küreselleşti, elbette görmek, izlemek, takip etmek, nerede alabileceğimiz oyuncu olduğuna bakmak zorundayız. Ama şu da bir gerçek ki, orada doğan oyuncuların birinci tercihi o ülke olacaktır. Türkiye her zaman ikinci tercih olacaktır. Bunu da göz ardı etmememiz gerekiyor.

O zaman Mehmet Aurelio örneğini gösterip "Sizin de böyle tercihleriniz olabilir mi?" sorusunu hiç sormayayım…


Hayır, hayır, Mehmet Aurelio örneği neden olmasın? O da olabilir. Ama esas unsur bu değildir. Bu tip oyuncular tamamlayıcı olabilir. Eğer bir futbolcu uzun yıllar oynadığı ülkenin millî formasını giymek istiyorsa neden olmasın? Dışarıdan gelen ama yeni geldiği ülkede oynamak isteyen oyuncular dünyanın her yerinde var. Mesela Ukrayna'da Marlos örneği var. Uzun yıllardır Ukrayna'da yaşıyordu ve sonunda millî takıma da girdi.

Bize birkaç yıl sonrası için nasıl bir Türk Millî Takımı vadediyorsunuz? Günü gelip emekli olduğunuzda Türk Millî Takımı'nı hangi düzeyde göreceğiz? "Lucescu öncesi Shakhtar - Lucescu sonrası Shakhtar" gibi bir milatla karşılaşmak mümkün mü?

Öncelikle biz kendi oyuncularımızın ligde oynaması sorununu çözmeliyiz. Sonrasında benim yapmak istediğim, kendi karakteristik özelliklerini kullanarak bir oyun tarzı oluşturmak. Ama tabiî kolay olmayacak.

Bu karakteristik özellikleri biraz açmanız mümkün mü?

Benim dönemimde Galatasaray'ın da Beşiktaş'ın da kendi oyun stilleri vardı. Rakibi domine eden, rakibin oyununu kabul etmeyen tarzları vardı. Bizim de bu şekilde oynamamız lâzım. Kazanırız veya kaybederiz ama rakibin oyununu kabul etmemeliyiz. Türk insanının da karakteri bu doğrultudadır. Atılımcıdır, her seferinde daha büyük hedeflere gitmek ister. Bu karakter ülkenin özelliğinde var. Bunu kullanarak futbola da yansıtmamız gerekiyor. Finlandiya maçında bunun yansımalarını gördük. İzlanda maçında hatalarımız dışında belli noktalarda kontrol ettiğimiz oldu ama istediğimiz kıvama gelmesi için zaman gerekecektir.

Galatasaray'la UEFA Süper Kupa'yı, Shakthar Donetsk'le UEFA Kupası'nı kaldırdınız. En büyük hayalinize ulaştınız mı? Yoksa önünüzde daha büyük hedefler var mı?

Öncelikle insanların bilmesini isterim ki, ben sonuçların ve kupaların kölesi olan birisi değilim. Bir işi bitirdiğimde arkamda ne bıraktığıma bakarım. Bunun önemi vardır benim için. Birincisi insan ilişkileri, ikincisi oyuncuların eğitimleri, üçüncüsü çalıştığım yerden kimleri çıkarmışım, yukarı taşımışım… Bunlar önemli. İtalya'da Brescia'da, Romanya'da, Ukrayna'da Shakthar'da yaptığımız çalışmalar çok başarılı oldu. Buradaki oyuncularımız daha sonra millî takımlarına gitti. Ama bunları yaparken zaman buldum. Bu çok önemliydi. Burada ise başkalarının yardımına ihtiyacım var ve onlara bağlıyım. Onlardan katkı bekliyorum çünkü sonuçta aynı çıkara hizmet ediyoruz. 1970 Dünya Kupası'nda forma giydim, 36 yaşında Avrupa'da teknik direktörlük yaptım, 32 kupa kazandım; benim asıl gurur duyduğum şey,

Mkhitaryan, Pirlo, Hagi, Willian, Alex Teixeira, Fernandinho, Douglas Costa ve Pancu gibi oyuncuları yukarı çıkartmam oldu. Hagi'yi oynattığımda 16 yaşındaydı. Bu oyuncuların beni hatırlamaları, mesaj atmaları beni gururlandırıyor. İnsanları eğitmek beni gururlandırıyor. Bakın futbolcuları değil, insanları diyorum. Çünkü burada verdiğimiz röportaj bile bir bakıma eğitim anlamını taşıyor. Bu tarz şeyler beni tatmin ediyor.

Neden bir otelde değil de Riva'da kalmayı tercih ettiniz?

Riva'dayım çünkü işimin başında olmak zorundayım ve her şeyi bilmek istiyorum. Bu benim sorumluluğum. Saatlerim maçları izleyerek geçiyor. Çok büyük bir sorumluluk üstlendiğimin farkındayım. Sorumluluğumu tam anlamıyla yerine getirmek ve bir şeyi eksik bırakmanın pişmanlığını yaşamamak için elimden gelenin en iyisi yapıyorum. Başarı olur veya olmaz ama pişman olmak istemiyorum. O zaman ben zaten kendime yalan söylemiş olurum.

Altı dil biliyorsunuz, Türkçeyi de öğrenecek misiniz?

Hayır (gülüyor). Baştan söyledim, Türkçe öğrenirsem hiç özel hayatım kalmayacak. Çünkü öğrenirsem gazeteciler, televizyoncular, herkes benimle konuşmak isteyecek. Mesela siz (gülüyor).



Geri
İleri