TR
EN
Site İçi Arama
Detaylı Arama
Orkun, Orkun'a karşı 30.04.2007
Orkun, Orkuna karşı

Galatasaray'da yetişti ama kendisini Anadolu'da buldu. Elazığspor'daki çıkışı onu Ankaragücü'ne taşıdı. Kendi deyimiyle "düştü, kalktı, zıpladı, yine düştü ve kalktı." Bugün Erciyesspor kalesinde müthiş bir performans gösteriyor. Yeniden alındığı Milli Takım kadrosunda, 16 yaşında çizdiği Euro 2008'de kaleyi koruma hedefine yürüyor. "Rakibin kim?" sorusuna ise "İnsanın tek rakibi kendisidir. Ankaragücü'nde yedek kalan da Orkun, Erciyesspor'da bir çıkış yakalayan da Orkun. İçimdeki negatif Orkun'u ne kadar bastırabilirsem, ona ne kadar hâkim olabilirsem işte o zaman iş bitmiştir" cevabını veriyor.

Röportaj: Mazlum Uluç

Elazığspor'dan Ankaragücü'ne transfer olduktan sonra Milli Takım'a seçildin ancak sonrasında bir duraklama dönemi yaşadın ve kulübünde genç bir kaleciyle girdiğin rekabette yedeğe düştün. Dolayısıyla Milli Takım'dan da uzak kaldın. O dönemde yaşadıklarından söz eder misin?

Elazığspor'dan Ankaragücü'ne geldiğim dönem benim için çok başarılı bir dönemdi. Milli Takım'ın Danimarka, Ukrayna, İsviçre gibi çok önemli maçlarında kadroda yer aldım. Bu sezon başladıktan sonra ise performansımda bir düşüş oldu. Bunun yanında Hikmet Karaman'ın gelişiyle birlikte oynamamaya başladım. Tabii futbolcu bu durumdan rahatsızlık duyuyor, oynamak, kendini göstermek istiyor. Bir de ben oynayacak kapasitede olduğuma inanıyordum ve yedekte kalmak beni rahatsız etti. Bu nedenle Ankaragücü'nden ayrılıp Erciyesspor'a transfer oldum.

Milli Takım hedefini 16 yaşımda seçmiştim

Sen büyük hayaller kuran bir oyuncusun. İtalya Ligi'nde oynamak gibi bir hedefin vardı. Ankaragücü'nde yedek kaldığın dönemde o hayalinden uzaklaştığını düşündün mü?

Hayır, hayır. 16-17 yaşımdayken arkadaşlarımla konuşurken bazen benimle dalga geçerlerdi. Ben de onlara "Şampiyonlar Ligi maçlarında oynayacağım, eğer dalga geçerseniz size bilet göndermem" derdim. O zamandan itibaren kendime şu hedefi çizmiştim: 2006 Dünya Kupası'nda Milli Takım kadrosunda yer almak ve 2008 Avrupa Şampiyonası'nda da kaleyi korumak. Beni çok eskiden tanıyanlar bunu bilir. 2006'ya katılamadık, eğer katılsaydık kadroda yer alacaktım. Şimdi önümüzde 2008 Avrupa Şampiyonası var ve ben iyi bir çıkış yakaladım. Bu periyodu bozmazsam neden Euro 2008'de Milli Takım'ın kalesinde olmayayım?

Ankaragücü'nde yedek kaldığın dönemde antrenman sahasında Hikmet Karaman'a omuz attığını biliyoruz. Bir oyuncuyu hocasına omuz atma noktasına getiren psikolojiden söz eder misin?

Bence de sorulması gereken şey bu, bir oyuncu bu noktaya nasıl gelebiliyor veya getiriliyor? Herkes herkesi sevmek zorunda değil ama herkes birbirine saygı göstermek, objektif ve açık olmak zorunda. O dönemde şimdi anlatamayacağım bazı şeyler yaşandı ve benim kafam karıştı, daha doğrusu karıştırıldı. Bir de üstüne yedek kalmak ve oynayamamak eklendi.

Ama sen biraz önce performansının oynamak için yeterli olduğuna inandığını söyledin.

Bazen futbolun içinde sizin engel olamadığınız şeyler de çıkıyor karşınıza. Bunları da yenmek lazım. Ama bunları yenerken bir psikolojik savaş vermeniz gerekiyor. Ben o yolu pek tercih eden bir insan değilim. Daha önceki dönemlerimde de anlaşmazlığa düştüğüm antrenörlerim oldu ama sonucu hep tatlıya bağlamasını bildim. Ben kin güden, insanlara saldıran bir tip değilim. Ama orada o anda onu yapmam gerekiyordu. Hocamla yan yana geçerken omuzumla şöyle bir dokundum.

Peki, şimdi Hikmet Hoca ile görüşüyor musunuz?

Tabii görüşüyorum Ama o dönemde şöyle bir şey vardı; içinizde bir enerji var, oynamak, çıkış yapmak istiyorsunuz, oynatılmamaktan dolayı rahatsızsınız. Ama hiçbir şey yapamıyorsunuz. İnsan oynamadıkça kötü kötü düşünmeye başlıyor. Acaba hiç oynatılmayacak mıyım endişesine kapılıyor. Derken içinizdeki enerji negatife dönüşüyor. Ben o dönemde bunu yaşadım.

Yani omuz atan "kötü" Orkun muydu?

Kötü Orkun değildi de isteyen, arzulayan Orkun'du diyelim.

Erciyes'e Bülent Hoca için geldim

Devre arasında Ankaragücü'nden ayrılıp Erciyesspor'a geldin. Erciyesspor herkesin "kesin küme düşecek" diye baktığı, ligin ilk yarısında en fazla gol yiyen takımdı. Böyle bir takımda görev kabul etmek cesaret işi olsa gerek.

Devre arası olduğunda Ankaragücü'nden ayrılmak ve oynayacağım bir takıma gitmek istediğimi yöneticilerime söylemiştim. Sağolsun Cemal Aydın da "tamam" dedi. O dönemde Bülent Hoca Erciyesspor'la anlaştı ve beni istedi. Buraya gelirken takımın ligdeki konumuna, attığı, yediği gole hiç bakmadım. Sadece "Bülent Hoca burada, ben onunla bu mücadeleye gireceğim" diye geldim.

Peki, Erciyesspor'da aradığını bulduğunu söyleyebilir misin?

Kesinlikle buldum. Benim aradığım şey huzurmuş ve Erciyesspor'da bu huzuru buldum. Zaten onun için iyi performans veriyorum. Burada futboldan başka uğraşacak, kafanı yoracak bir şey yok. Ankaragücü'nde ise futboldan başka şeyler de vardı kafamı yoran.

Bir kaleci sağlam bir savunmanın arkasında rahat olmayı mı tercih eder, yoksa "Bana çok iş düşsün de kendimi göstereyim" diye mi düşünür?

Çok top gelirse oyuna adapte olma şansınız daha fazla. Az top gelirse konsantrasyonunuz bozulabilir. Zaten büyük takımların kalecilerini belirleyen nokta da budur. İki tane top gelir, birini kurtarır, birini yersen iyisin, ikisini de yersen kötüsün, ikisini de kurtarırsan süper kalecisin. Tabii ki defansım çok iyi oynasın, ben de onlarla konuşayım, irtibat halinde olayım, yönlendireyim ve hiç top gelmesin, oraya sandalye koyayım, çay içeyim isterim. Ama bir yerde de insan kendisini göstermek istiyor. Karşı karşıya kurtarayım ya da topu çataldan çıkarayım diye gönlünden geçiyor. Ancak benim asıl tercihim iyi bir defansı yönlendireyim ve kaleme hiç top gelmesindir.

Kaleciliğin değişen ritmine ayak uydurdum

Kalecilik sürekli aşama kaydeden bir mevki. Çizgi üzerindeki kaleciden yan toplara çıkan kaleciye, ardından topu oyuna iyi sokan kaleciye ve son olarak da libero gibi oynayan kaleciye doğru bir gelişme yaşandı. Sen kendini bu gelişmenin neresinde görüyorsun?

Dino Zoff'un 1970'lerdeki bir maçını kasetten izledim. Topu ceza sahası içinde 10 dakika dolaştırdı. O günlerden bugüne kalecilik büyük bir aşama kaydetti. İnsanlar sadece gelen topu kurtaran kaleci istemiyor. Ceza sahasına hâkim, savunmanın arkasına atılan topları öne çıkıp önleyen, bunun dışında arkadaşlarına pas verebilen kaleciler iyi kaleci olarak nitelendiriliyor. Mesela Van der Sar bir defans oyuncusu gibi oyuna katılıyor. Ama Hollanda ekolünde bu var. Galatasaray'da olduğum dönemde bir turnuva için yurt dışına gitmiştik, biz atlayıp zıplayarak ısınırken Hollandalı kaleciler ısınmayı ayak içi paslarla yapıyorlardı. Ajax'ın altyapısına karşı oynadık, adamlar ceza sahası içinde kalecilerine pas atıyordu. Ben de kendimi bu noktada iyi görüyorum ve kaleciliğin değişen ritmine ayak uydurduğumu düşünüyorum.

Büyük takımlarda yedekte bekleyen birçok yetenekli kaleci var. Sense büyük takımda yedek beklemektense Anadolu'nun herhangi bir takımında oynamayı tercih ettin. Geriye dönüp baktığında bu tercihinden bir pişmanlık duyuyor musun? Senin konumunda olan kalecilere ne tavsiye edersin?

Öncelikle şunu söyleyeyim, Galatasaray'ın lisanslı oyuncusu olana kadar futbolu hobi olarak yapıyordum. Ama mukavele imzaladığım gün şunu düşündüm, ben ya futbol oynayıp kazancımı bu işten sağlayacağım ya da okuyacağım. Ailem de okumamı istiyordu. Ancak ben imza attığım gün kararımı "Futbol oynayacağım" diye vermiştim. Futbol oynayacağım ama nerede oynayabilirsem orada oynayacağım. Galatasaray'ın imkânları çok güzeldi, belki kalsaydım parasal açıdan daha üst düzeyde olurdum. Oynamazdım ama altımda bir cip olurdu, Florya'da bir evim olurdu. Florya'da şimdi yine evim var ama 6 sene sonra. Ben bu süreçte mücadele etmiş, oynamış ve kendimi tatmin etmiş oldum. Bu arada geçirdiğim dönemde düştüm, kalktım, zıpladım, tekrar düştüm, yine kalktım ve bu mücadelenin içinde yoğruldum. Böyle bir hayat benim açımdan çok daha keyifliydi. Kimseye akıl vermek bana düşmez, herkes kendi yolunu çizer ama benim yapacağım şey, bir yerde oynama fırsatı bulamadıysam başka bir yerde yeniden denemektir. Bir de bir oyuncunun performansını bilmeden hakkında yorum yapamazsınız. Mesela Fenerbahçe'de Serdar oynamıyordu ve kimse de öyle bir kaleciyi bilmiyordu. Ama demek ki bir potansiyeli varmış, oynadığında ortaya çıkardı. Şimdi herkes "Serdar iyi oynuyor" diyor. Demek ki herkes yeteneğini gösterebileceği yani oynayacağı yere gitmeli.

Daha önceki takımlarında hep bir rekabet içinde oldun. Elazığ'da Kingston'la, Ankaragücü'nde önce Zafer'le sonra da Serkan'la yarıştın. Ancak Erciyesspor'da rakipsiz gibisin. Performansın açısından hangisi daha faydalı?

Demek ki o dönemlerde bir rekabete ihtiyacım varmış. Bugün bana sorsanız, "Arkanda bir kaleci olmadan sezonu götürebilir misin?" diye, götürebilirim. Ama o zaman götüremezdim. O zaman bugünkü zihinsel hazırlığım yoktu. Arkamda bir nefesin olması beni daha iyiye gitmek için zorluyordu. Şimdi daha iyiye ulaşmak için arkamda beni zorlayacak bir nefese ihtiyacım yok. Ben o yolu buldum, kendi kendime yürüyebiliyorum. Eskiden çalışma tempom bu kadar iyi değildi. Bu kadar amaca yönelik çalışmıyordum. Ama şimdi arkamda kimse olmasın, tek kaleci ben olayım, yine beni zorlayan biri varmışçasına çalışırım. Bu bilince ulaştım.

Yaşadıklarım beni pişirdi

O bilinçlenme sürecinden söz eder misin? Bu noktaya nasıl ulaştın?

18 yaşında evinden bin kilometre uzağa, Elazığ'a gidersin, orada biraz kafayı yersin, sonra Ankaragücü'ne dönersin, oynarsın, oynamazsın. İnanır mısınız, bazen oynamamak oynamaktan daha faydalı oluyor. Ankaragücü'nde oynamadığım dönemde çok daha fazla şey öğrendim. Çünkü oynarken insan düşünmüyor. Bizim bir doktorumuz vardı Ahmet ağabey, "Sakatlık iyi bir şeydir, o dönemde bütün eksiklerini telafi edebilirsin" derdi. Gerçekten de öyle. Oynarken bir çarkın içinde yuvarlanıp gidiyorsun, otururken ise tablonun geneline bakabiliyor ve eksiklerini çok daha iyi görebiliyorsun. Ben bunu yapabildiğim için çok daha bilinçliyim.

Nikopolidis ve Myhre'nin yediği gollerin en yakın şahitlerinden birisin. İkisi de önemli kaleciler ama bir amatör kalecinin yapmayacağı hataları yaptılar. Bunu neye bağlıyorsun?

Nikopolidis'e de Myhre'ye de "Bizim için güzel güzel goller yiyin" deseniz, öyle golleri yiyemezler. Çünkü gerçekten ikisi de üst düzey kaleciler. Böyle maçları sadece şanssızlık diye adlandırıyorum. Özellikle Myhre'nin oynadığı maçı bir kaleci futbol hayatında belki de bir kere oynar. O da bize denk geldi. Myhre'nin maçtan sonraki çöküşünü görünce çok üzüldüm. Çünkü her kalecinin başına böyle bir şey gelebilir. Keşke birimiz onu teselli etmeye gitseydik, çok şık olurdu.

Peki, bizim ülkemizde bir kaleci böyle goller yeseydi ne olurdu?

Esasında konuşmamız gereken konu da bu. O golleri bir Türk kalecisi yese onu Türkiye'ye sokmazlar. Onların bakış açısıyla bizimki çok farklı. Norveç'in antrenörü maçtan sonra "Kötü oynadık ve berabere kaldık" dedi ama Myhre'nin adını bile söylemedi. Bu golü Türkiye'den bir kaleci yeseydi antrenörlerin genel tavrı "Bireysel hatalar yaptık ve kaybettik. Bizi şu yaktı, bu yaktı" olurdu. Çünkü insanlar hemen sığınacak liman arıyor.

Evet, Türkiye'de kulüp antrenörlerinin zaman zaman oyuncularını aslanların önüne attığına şahit oluyoruz.

Bu da düzenin bir parçası. Siz hiç çoluk çocuğunu gittiği yere götüren bir antrenör gördünüz mü? Türkiye'de böyle bir şey yok, çünkü ülkemizde antrenörlerin uzun vadeli çalışmak gibi bir imkânı yok. Geliyorsunuz, 10 hafta sonra gidiyorsunuz. Antrenörler gittikleri yerde bavullarını bile açmıyor, sadece iç çamaşırlarını ve çoraplarını çıkarıyor. Sistemin değişmesi lazım ki insanlar da birbirlerine tahammül edebilsin, antrenör "Bu maçı bu çocuk için kaybederim" diyebilsin.

Yeni toplar kalecilerin korkulu rüyası galiba. Nikopolidis ve Myhre'nin yediklerinin dışında Dünya Kupası'nda da ilginç gol örnekleri yaşadık. Toplarla ilgili teknolojik gelişmeler kalecileri nasıl etkiledi?

Yunanistan maçında oynadığımız top Adidas'tı. Antrenmanlarda da o topla çalıştık. Hamit bir şut attı, top havada üç kere yön değiştirdi ve gol oldu. Hoca "Ne yapıyorsun?" diye sordu. "Görmedim ki" cevabını verdim. Top teknolojileri de bunu istiyor galiba. Kalecinin işi iyice zorlaşıyor.

İstanbul heveslisi değilim

Gelecekle ilgili planlarından söz edelim biraz da.

Büyük takımlarda oynamak gibi bir hevese sahip değilim. İstanbul'da doğdum, büyüdüm, oranın kültürüyle yetiştim. Anadolu'da oynayan arkadaşlarımız İstanbul'un cazibesine kapılıp "Orada oynayacağım" diyebiliyor ve kendilerine göre de haklılar. Ama benim böyle bir hevesim yok. Önüme reddedilemeyecek bir teklif koyarlarsa elbette kabul ederim. Ancak İstanbul'da oynamak için de can atmıyorum. Çünkü ben insanın nerede huzur buluyorsa orada oynaması gerektiğine inanıyorum. Bir takıma gidip yedek kalmaktan veya kötü oynamaktansa burada kalıp huzurlu bir şekilde iyi anılmak bence çok daha önemli.

Anadolu'daki futbolcuların İstanbul'da oynamak için can attığı bir ortamda beşinci bir şampiyon çıkması mümkün mü?

Bu ülkeden beşinci bir şampiyon çıkacağına inanan biri değilim. Anadolu ekiplerinin oyuncuları bir yere kadar takım oyunu oynuyor ama bir noktadan sonra şahsi oynanmaya başlıyor. Onbir kibrit çöpünü bir arada tutup kıramazsınız ama her birini tek tek kolaylıkla bölersiniz. Ülkemizde de böyle oluyor. Anadolu'dan bir takım biraz göz önüne gelince oyuncuların anlayışı değişiyor. "Beni şu takım istiyor, daha iyi oynamalıyım, izleniyorum" gibi düşünceler devreye girdi mi iş şahsileşiyor ve zincir kopuyor.

Rüştü'nün yaşı ilerliyor. Ondan sonra genç kaleciler arasında Milli Takım için bir yarış başlayacak. Belki de 2008 finallerinde bu genç kalecilerden biri oynayacak. Sen bu yarışın neresindesin ve en önemli rakiplerin kimler?

İş ne olursa olsun backgroundun iyi olması gerektiği görüşündeyim. Yani ne iş yaparsanız yapın o konuda iyi bir eğitim almanız lazım. 1993'te Galatasaray'da ilk başladığımda kaleci antrenörümüz Eser Özaltındere'ydi. 6 yıl boyunca her gün bilfiil kaleci antrenmanı gördüm. Kerem'le ben Eser Hoca'nın öğrencileriydik. Türkiye'de kalecilik konusunda en fazla bilgi birikimine sahip isimler sorulursa Kerem'i ve kendimi söyleyebilirim. Başka takımlarda antrenörünüz "Geç kaleye" der, geçersiniz. Ama biz öyle değildik. İşin bilimsel tekniğiyle yetiştirildik. Kötü kaleci olma şansımız yoktu. Yanlış bir şey yapmak istesem de bilinçaltım beni doğruya yönlendirir. Doğrular meleke haline gelmiş çünkü. Bu yarışta herkes öne çıkmak isteyecektir. Ama bu hedef benim bugünkü hedefim değil. Başta da söylediğim gibi yıllar öncesinden 2008'de Milli Takım'ın kalesinde olmayı kafama koymuştum. O zamanlar bu bir hayaldi belki ama bugün geldiğim noktada bu hedefe ulaşacağıma gerçekten inanıyorum. Çünkü ben futbolu, bıraktığım gün 1 milyon dolar param, iki evim, bir arabam olsun diye oynamıyorum. Bir yandan keyif alırken, diğer yandan da kariyer peşindeyim. Türkiye'de nasıl ki Turgay Şeren'den, Rüştü Reçber'den söz ediliyorsa, ben de "Bu ülkeden bir kaleci Orkun geçti" dedirtmek istiyorum. Zaten bunu yaptığınız zaman para, şan, şöhret beraberinde gelir. Bu nedenle kafamda parayla ilgili bir düşünce yok.

Tek rakibim içimdeki Orkun

Peki, kimi rakip olarak görüyorsun kendine?

Hiç kimse rakip değil. Her zaman insanın tek rakibi kendisidir. Niye derseniz, Ankaragücü'nde yedek kalan da Orkun, bugün Erciyesspor'da bir çıkış yakalayan da Orkun. Herkesin içinde kendisinden bir tane daha var. Biri pozitif düşünüyor, diğeri "Yok yok, hayır" diyor. Ben içimdeki negatif Orkun'u ne kadar bastırabilirsem, ona ne kadar hâkim olabilirsem işte o zaman iş bitmiştir. Ben bunu öğrenmeye ve içimdeki Orkun'u durdurmaya başladım, ona hükmettiğim sürece önüm açık, hiç kimse benim rakibim olmaz.

Milli Takım'a yeniden dönüşünü nasıl değerlendiriyorsun?

Orada olmak çok keyifli. Uzun zamandır gitmediğim için içimde bir özlem varmış. Ay-yıldızlı eşofmanın altında olmak bambaşka bir şey. Kendini özel hissediyorsun. Çünkü Türkiye'de Milli Takım kadrosunda 30 futbolu var ve sen de onlardan birisin. Yaptığın iş takdir gördüğü için daha da büyük keyif alıyorsun.

Bir de çok tartışılan bir istavroz meselesi var. Gerçi sen bu konuya bir açıklama getirdin ama detaylarını anlatabilir misin?

Bu hareketi çok uzun zamandan beri yapıyordum. Maça çıkarken hep "Allah'ım, top bana geleceği zaman inşallah defolur" diye dua ediyorum. Ankaragücü'nde son dönemlerde oynayamadığım için piyasanın biraz dışında kaldım. O maçta bu hareketi yapınca, "Orkun canlı yayınlanan bir maç yakaladı, gündeme gelmek için bunu yapıyor" dendi. Garibime giden ise "İstavroz mu çıkardın?" diye sorulması. Çıkarsam ne olur ki? Ben Hıristiyan da olabilirim, başka bir din mensubu da. O hareket benimle dua ettiğim Allah arasında olan, başkaları için hiçbir anlam taşımayan, sadece benim için özel olan bir hareket.

Kendini çok iyi ifade eden bir oyuncusun. Avrupa'da örneklerini görüyoruz ama ülkemiz için nadir örneklerden birisin. Bu birikiminden söz eder misin biraz?

Röportaja gelmeden önce konuşma hapı içiyorum (Gülüyor). Bunun bir açıklaması yok. Düzgün konuşmak için bir çaba sarfetmiyorum. Günlük yaşamdaki konuşma biçimim de bu. Bu birikimi ailemden uzak kaldığım dönemlerde edindim. İnsanın kendini en iyi geliştirme yöntemi kendisiyle baş başa kalmasıdır. 18-19 yaşımda ailemden ayrı kaldım, 4-5 ay evime dönemediğim, annemi, babamı çok özlediğim dönemler oldu. O dönemlerde insanın kitap okumaktan, müzik dinlemekten başka yapacak bir şeyi yok. Elazığ'da Bethooven ve Bach dinlemeye başladım. Sonradan baktım ki bu müzik beni itmiyor, hatta hoşuma gidiyor. Demek ki insan bir müddet yalnız kalmalı ve kendisini dinlemeli. Demek ki futbol oynadığım dönemlerde bana kendimi dinleyip, kişisel olarak geliştirebileceğim periyotlar sunulmuş. Hem futbol adına hem de kişisel gelişimim adına. Bunun için şükrediyorum.

Kitap tercihlerin neler, genellikle ne okursun?

Daha çok bilim-kurgu ve korku kitaplarını seviyorum. Son olarak "Yatmadan Önce Yüz Fırça Darbesi"ni okuyorum.

Sinemayla aran nasıl?

Film izlemeye bayılırım. Ama sinemaya gitmekten çok DVD izlemeyi seviyorum. Bende biraz miskinlik vardır. Kalk, taksiye bin, sinemaya git falan zor gelir. 400 civarında DVD koleksiyonum var. Burada da tercihlerim bilim-kurgu, korku ve üçüncü sırada da komedi şeklinde. En beğendiğim oyunculardan biri Brad Pitt. Özellikle Truva filmindeki performansına hayran kaldım. Keza Babil filminde de çok iyiydi. Elbette Robert de Niro ve Al Pacino'nun her filmini zevkle izlerim. Bayanlardan da Julia Roberts'ı çok beğeniyorum. Görüntü olarak değil, oyunculuk olarak. İlle de görüntü diyeceksek, hadi ona da Catherine Zeta-Jones diyelim.

Şu İtalya hedefine dönelim ve somut bir şey sorayım. İtalya'da hangi takıma gitmek istersin? Mesela "Önce Udinese'ye gidip İtalya'ya bir adım atayım da Milan, Inter sonra olur" mu diyorsun? Yoksa gözün direkt büyük takımlarda mı?

Ben de zaten Udinese'ye gideyim diyecektim ya da Parma'ya. Galiba benim kişiliğime işledi, kolay bir şeyleri elde etmek hoşuma gitmiyor. Gerçi şu anda havada konuşuyoruz ama mesela İtalya'da herhangi bir takıma gidip kendimi ispat etmek ve ondan sonra yükselmeye başlamak çok daha keyifli olur. Bir anda Milan'a gidip gözbebeği olmak hoşuma gitmez. Herhangi bir takımda kendimi ispatlayıp insanların saygısını kazanmak, emek vererek bir noktaya ulaşmak beni mutlu eder.