TR
EN
Site İçi Arama
Detaylı Arama
Hüseyin Çakıroğlu 1.06.2007

"Sen tek başına değilsin"

"Ben ağabeyime doyamadım..." Bu sözler Haluk Çakıroğlu'na ait. 1957'de başlayan yaşantısı hiç beklenmedik bir şekilde 1986'da sonlanan, Davutpaşa'da başladığı futbol yaşamını Karabükspor ve Gaziantepspor'da devam ettiren, 1984 yılında geldiği hayallerinin takımı Fenerbahçe'ye doyamadan aramızdan ayrılan güleryüzlü bir tevazu simgesi Fenerbahçeli Hüseyin Çakıroğlu'nun kardeşine. Sahadaki başarısı, efendiliği ve samimiyetini gittiği her yere taşıyan bir İstanbul çocuğuydu Hüseyin.

Sahalarda teşhisi koyup, tedaviyi yaptığı için "Doktor"unvanını kazanmıştı. Tedavisine kendi gücünün yetemediği hastalığı neticesinde aramızdan zamansız ayrıldı.

Yazan: Cem Zamur


Bu Bu sene yüzüncü yılını kutlayan Fenerbahçe hedeflediği şampiyonluğa ulaştı. Futbol cangılımıza hâkim olan kavga, dövüş, desise gibi etkenlerden sonra bu şampiyonluğu sokaklarda çılgınlar gibi kutlamanın bir kıymet-i harbiyesi kaldı mı ondan pek emin değilim. Hoş, her tepkinin veya sevincin toplumsal histeriye evrildiği bir dönemde yaşıyoruz. Burada özne Fenerbahçe değil de diğer şampiyonluk oligarklarından biri olsa, bu görüşüm farklı olmayacaktı. Ama madem Fenerbahçe olarak girdik söze ve yüzüncü yılında arzuladığı şampiyonluğa ulaşan takım o, onun üzerinden devam edelim. Evet Fenerbahçe bu topraklarda spor tarihine dair edilen her sözün ya da her yazının içinde geçen, taraftar kitlesiyle, sempatizanı veya karşıtlarıyla bu toprakların en önemli spor kulüplerinden biri. Papazın çayırından bugüne ulaşan bir spor ve futbol fenomeni. Her dediği olay, her dedikodusu haber değeri taşıyan, yeni tabirle de "çok satan bir marka" Fenerbahçe. Taraftarlık ise derinlemesine incelenmesi gereken bir kavram. Her şeyden öte bir tutku. Bir takıma tutkuyla bağlanmak çoğu kez iradeden bağımsız olarak gelişir.

Bilgiye, ölçüp biçmeye bağlı bir şey değildir bu. Herkes kendini birtakım renklere kapılmış olarak buluverir. Ve kimse de nasıl olup da o takımı tutmaya başladığını hatırlamaz. Kiminin dayısı sebep olur, kiminin babası, kiminin arkadaşı veya gördüğü anda gönlünü çelen bir futbolcu. Taraf olmak kan bağını, andırır bir şekliyle. Akrabalarınızı seçebilme şansınız yoktur ya, öyle bir şey. İyi ya da kötü onunla bir kan bağınız vardır ve bunu inkâr edemezsiniz. Siz "...lısınızdır" artık.

Özellikle bizim gibi cemaat kültürünün izlerini derinden taşıyan toplumlarda bu, yan anlamlar da içermektedir. Sırf tuttuğunuz takım nedeniyle size sempati veya antipati duyan insanlar oluşur etrafınızda. Bu artık sizin denetiminizde değildir. Lakin sempati duyduğunuz kulübün sizi rahatsız eden birtakım işlere imza atmasını da kayıtsız bir şekilde izleyeceksiniz demek değildir bu. Hamasi söylemler, muktedirlerin en sevdiği dil oyunlarından biridir. Büyük bir çoğunluğun, rakipleri aynı davranışı sergilese kıyasıya eleştireceği davranışları, gönül verdiği renkler söz konusu olunca bir anda gözleri görmez olur. Oysa sizin yavaş yavaş gönlünüzden kaymaya başlar o renkler. Ne yazık ki yerine başka bir renk de koyamazsınız artık, iş işten geçmiştir. Elbette istisnaları da vardır bu durumun ve bunlardan birini sevgili Tanıl Bora'nın kaleme aldığı "Nasıl Gençlerli oldum?" yazısında okumak mümkündür. (Takımdan Ayrı Düz Koşu, İletişim Yayınları, 2001)

Onun eşkali

Benim Fenerbahçe'yle ilişkim nicedir yukarıda bahsettiğim şekilde. Tekrar etmekte fayda var, büyük diye adlandırdığımız tüm takımlar aynı karaktere sahip, "kim daha çok bağırırsa o daha haklı olur" düsturundan devam ediyoruz. Oysa Fenerbahçe'yi oluşturan herkesi ve her şeyi karşısına alan, bir üst perdeden konuşturan dil değil, tam tersine bir şeylerde öncü ve yapıcı bir yanı olmasıdır. Benim için bambaşka bir şeydir Fenerbahçe. Bir çığırtkanlık üssü değil, tevazu kalesi olmasını yeğlerdim. Ve yüzüncü yılında bu özelliği ile anılmasını.

Benim için Fenerbahçe, Lefter ağabeyin sarı-lacivert dendiğinde gözlerinin ışımasıdır. Aynı Lefter ağabeyin, Metin Oktay dendiğinde gözlerinin dolmasıdır mesela Fenerbahçelilik. Çünkü esasen onlar yazmıştır bu kulübün tarihini. Benim için Hüseyin Çakıroğlu'dur Fenerbahçe. Güleç gözlerindeki sarı-lacivert ışıltıdır onun, bizi taraf olmaya iten nedenlerden biri. Canınızı sıkan her Fenerbahçe hadisesinden sonra ferahlamak, nefes almak için üstüne Murat Ünlü'nün radyo anlatımı bindirilmiş Bordeaux'ya attığı o eşsiz golü izlemek yeterlidir. O sahici gol sevinci, o günlere özgü o naiflik bir süre daha hayatta kalmanızı sağlar. Ağlak bir nostalji olarak değil, bunların da mümkün olabildiğini hatırlattığı için. Anlatacağımız hikâye ona ait, Fenerbahçeli, İstanbullu bir çocuğa. Çakıroğlu ailesinin üç çocuğunun ortancasıdır Hüseyin. 1957 yılında İstanbul'da dünyaya gelmiştir.

Ağabeyinin futbola olan ilgisi, onu da etkiler Topla haşır neşir olmaya başlar başlamaz futbola olan yeteneği ortaya çıkar. Genetik bir yatkınlık söz konusu olmalı ki, üç kardeş de profesyonel sözleşmelere imza atarlar sonradan. Aksaray'da ikamet eden Çakıroğlu ailesinin ortanca oğlu, 1972 yılında ağabeyi gibi sırtına Davutpaşa formasını geçirir. Gönlünde ve düşlerinde sarı-lacivertli formayı arzulayan bir futbolcu adayı olarak. Davutpaşa forması altında hemen dikkat çekmeye başlar Hüseyin. Yeteneği ile peşine ona hayranlık duyan kulüpleri takmaya başlar. Bunlardan ilki Galatasaray'dır. Oynadığı başarılı futbolla İstanbul Bölge Karması'na seçilen Hüseyin Çakıroğlu, bir anda dikkatleri üzerine toplamayı başarmıştır. Fakat sürüncemede kalan teklifler Hüseyin'i tatmin etmeye yetmez. O futbolcu olmak için zoru seçecek ve Karabük'e "evet" diyecektir. Direnişini bir anlamda Anadolu'dan başlatır.

Direniş günleri şiirleri

Karabük'te artık futbolcu olma zamanının geldiğini kanıtlayan maçlar çıkarmaya başlar Hüseyin. Futbol görgüsünün üzerine her gün yeni şeyler koyarak yoluna devam eder. 1976 yılında formasını giymeye başladığı Karabük'te orta sahada gösterdiği başarılı performansı, özellikle o dönem atılım hazırlığındaki bazı Anadolu kulüplerinin dikkatini çeker. Tabii sadece orta sahada değil, sahanın her yerindeki varlığıyla. Bu da onu oynadığı her yerde görünür kılar her daim. Üç sezon taşır Karabük formasını, ardından teklifler sıralanmaya başlar. Hüseyin takım arkadaşı Ahmet'le birlikte Yılmaz Gökdel yönetiminde 1. Lig'e yeni katılan Gaziantepspor'da karar kılar. Kırmızı-siyahlılarla mütevazı bir rakama anlaşır. Gaziantepspor rakamların yeni yeni bol sıfırlı olarak telaffuz edilmeye başladığı o senelerde, doğru bir hamleyle genç ve gelecek vaat eden futbolcuları bünyesinde toplar. Takımın hedefi ilk sezonunda tutunabilmektir ve bunu da zar zor başarır. Ligi Göztepe'nin 1 puan önünde ve 13. sırada tamamlayarak düşmekten kurtulur. Tutunma modundan çıkış moduna geçişi ise çok hızlı olur Gaziantepspor'un. Bunda en büyük paylardan biri o dönem K. Hüseyin adıyla anılan Hüseyin Çakıroğlu'nundur. Yaşar, Nurettin, Fatih, Ünsal, Necmettin, Sami, Tuğrul, Erdal, Turgut, Ömer, Hayri, Ahmet, Murat ve Hüseyin Çakıroğlu'ndan kurulu kadro, şampiyon Trabzonspor'un 6 puan gerisinde ligi 4. sırada tamamlar. Üstelik Rausch gibi önemli bir isimi takımın başına getirip averajla kümede kalmayı başaran Fenerbahçe'yi Antep'te 3-1, İstanbul'da ise 1-0 mağlup eder. Genç Antep kadrosu bir anda ligi domine eden takımların cazibe merkezi haline dönüşür. Öncelik yıldız adaylarına hemen kancayı atan Fenerbahçe'dedir. Gaziantepspor o sene kalecilerinden başlayarak neredeyse talan edilir. Nitekim bu talanın ardından bir sonraki sezon yine 13. olarak ligden düşmekten güç bela kurtulurlar. Aradan geçen süreçte takımın en önemli dişlilerinden biri haline gelmiştir Hüseyin Çakıroğlu. Orta sahada oynamasına rağmen inanılmaz bir gol yüzdesine sahiptir. O sezon Selçuk Yula son lig maçında Kocaelispor'a dört gol atıp gol kralı olmasa, belki de Hüseyin bir ilki başarıp orta sahada oynayan bir oyuncu olarak gol kralı tacını takacaktır. Oynadığı futbolla çağının ötesinde bir görüntü çizen Hüseyin, Milli Takım'a da o dönemde seçilmeye başlar. İlk milli maçına 14 Şubat 1982'de çıkar. Türkiye-Sovyetler Birliği arasında Adana'da oynanan ve 2-0 kaybedilen Ümit Milli maçı ilk milli müsabakası olur.

Ülkemin şiir atlası

1982-1983 senesi ise Gaziantepspor için çok zorlu geçer. Tüm çabalarına rağmen lige tutunamaz ve 2. Lig'e düşer. Bu düşüşten yaklaşık bir sene önce Fenerbahçe'den Hüseyin'e gelen teklifler giderek artar. Yerel basında bile düşüldüğü takdirde Hüseyin'in transferine izin verileceği haberleri çıkar. Hüseyin bunun üzerine Fenerbahçe'yle görüşmekte bir beis görmez.

Artık düşlerinde yaşattığı takımda oynayabilecektir. Fakat hiçbir şey onun samimiyetine paralel olarak ilerlemez. Burada bir parantez de kardeşi Haluk Çakıroğlu'na açmak istiyorum. Sağolsun, kendisine böyle bir yazı yazma niyetimiz olduğunu söylediğimizden itibaren elindeki tüm belgeyi ve bilgiyi önümüze döktü. Yetmedi, çat kapı gittiğimiz işyerinde vakit ayırıp bizi misafir etti ve tüm bildiklerini, yaşadıklarını bizimle paylaştı. Böyle bir yazı ortaya çıktıysa en önemli pay onun, o yüzden ona bir teşekkür boynumuzun borcu. Ve daha da ilginci ağabeyinden kalan bir samimiyetle karşıladı bizi, bir anlamda yıllar sonra Hüseyin Çakıroğlu'nu görmüş gibi hissettik kendimizi. O günlere dair onun tespiti yürek dağlayan cinsten: "Gaziantepspor, 2. Lig'e düşmesine rağmen Fenerbahçe'yle anlaşan ağabeyime izin vermedi. Oysa Fenerbahçe'yle anlaştığı için öylesine rahatlamıştı ve mutluydu ki. Ama Gaziantepspor bırakmayınca yıkıldı. Morali tam anlamıyla dibe vurdu. Vali, Belediye Başkanı, Kulüp Başkanı, Hüseyin'in gitmesini istemedi. Asker olduğu için tugay komutanıyla da konuşup gitmemesini istemişler. Hatta gitmesin diye bonservis bedelinin bir kısmını son dakikada zar zor para bulup federasyona yatırmışlar. Hayatındaki en büyük hayal kırıklığını yaşadı o sene. Bir yıl asker olarak orada kaldı. Ondan sonraki sene gelebildi, ancak belki bir sene önce gelseydi onun için her şey daha iyi olacaktı." O sezon hem asker hem de futbolcu olarak Antep'te kalır Hüseyin. Bir sonraki sezon giyebilecektir ancak sarı- lacivertli formayı. Aktaracağım can sıkıcı detayla, durumun tuhaflığı daha kolay anlaşılacaktır. Hüseyin'in daha sonra da arkadaşlığını aynı forma altında sürdüreceği İsmail Kartal, Gaziantepspor'a geldiğinde henüz 18 yaşındadır. O sıralar Hüseyin 25 yaşındadır ve Anadolukavaklı bir İstanbul çocuğu olan İsmail'e kol kanat gerer. İsmail'in de ona karşı olan sevgi ve saygısı hiç bitmez. Tuhaf olan şu; İsmail, Hüseyin'den daha önce Fenerbahçe'ye transfer olur. Bir ilginç satır arası da Hüseyin'in Antep 2. Lig'de iken Milli Takım'a gelmeye devam etmesidir. Neticede 1979 yılında imza attığı formadan ancak 1984'te ayrılabilir. Fenerbahçe ondan asla vazgeçmez ve bir yıl gecikmeli de olsa takım arkadaşı Tuğrul'la beraber onu transfer eder.

Hoşuma gider

Askerliği de biten Hüseyin ve Tuğrul'la anlaşan Fenerbahçe, bu iki oyuncuyu o günlerde moda olduğu üzere Bodrum'da ağırlar ve bir aksilik olmadan da imza attırır. Artık arzuladığı kulüptedir Hüseyin. Bir sene öncesinde Trabzonspor'un gerisinde ligi ikinci sırada tamamlayan Fenerbahçe sezona bu transferlerle güçlenerek ve takımın başına da Veselinoviç'i getirerek girer. Veselinoviç'in isteğiyle bu kadroya Dusan Pesiç de eklenir. O tarihte Galatasaray da Alman Milli Takımı'nın başında görev yapmış olan Jupp Derwall'i getirir. Rekabet gitgide büyümektedir. Fenerbahçe sezona çok iyi bir başlangıç yapar. İlk beş maçta gol yemez. Artan orta saha hakimiyeti bunun ana etkenidir. Önder, Müjdat, İlyas, Hüseyin, Tuğrul, Arif ve Pesiç'ten mürekkep orta saha, gerçekten oyunun iki yönünü de çok iyi oynamaktadır. I. Veselinoviç döneminin kıymetli kadrosu Beşiktaş'la çekişmeye başlar. Hüseyin ligde ilk golünü Eskişehirspor'a atar. Ardından Antalyaspor, Malatyaspor (2 kez) ve Gençlerbirliği Hüseyin'in ayağından gelen topları filelerden alır.

20 Mayıs'taki önemli maçta Müjdat ve İlyas'ın ayağından gelen gollerle 2-2 biten Beşiktaş maçı şampiyonluğa yaklaştıklarının kanıtıdır. Ardından deplasmanda Orduspor'u 2-0 ve İstanbul'da Antalyaspor'u 3-1'le geçerek averajla şampiyonluğu kucaklarlar. Evet rüya, bir rüya ile açılmıştır Hüseyin için. İlk senesinde 26 lig maçında 5 kez fileleri döven Hüseyin oynadığı futbolla bir anda  dikkat çekmiştir. Ben kendi adıma bile bugün tam olarak değerlendirilemediğini düşünürüm Hüseyin'in. Çünkü gerçekten çağının ötesinde bir futbol anlayışı vardı. Oyunun hem savunma hem de hücum yönünü oynayabilen ender orta saha oyuncularından biriydi. O yıllarda uzak mesafelerden şut atmak bile cesaret işi iken, toplara sert ve düzgün vuruşlarıyla birçok gol atması bile başlı başına bir devrimdir.

Hüseyin Çakıroğlu belki de hücuma dönük orta sahaların memleket topraklarında yetişen ilk örneğidir. Ayağında top tutmayıp tek pas oynayarak, arkadaşlarını pozisyona sokan, asist yapan, üstüne üstlük bir orta saha oyuncusu için azımsanmayacak kadar çok gol atan bir oyuncu oldu hep. Sorumluluktan kaçmayan yapısıyla saha içinde lider bir kişiliği vardı, saha dışında olduğu gibi. Ve bir başka devrimi de oyunun  diğer bölümünde yaptı. Belki de ilk çapalardan biriydi ki, bunun için "Sarı" Hüseyin olarak geldiği Fenerbahçe'de lakabı bir anda "Doktor" oldu. Çünkü teşhisini koyup tedaviyi yapıyordu. Bunun en yakın tanıklarından biri Derwall olmuştu. Haluk Çakıroğlu'nun anımsattığı gibi uyum sürecinde zor günler geçiren Derwall'e gazeteciler neden bir türlü istenen oyunun oynanamadığını sorarlar. Derwall bunun zamanla oluşacak bir şey olduğunu belirterek, bu sürecin Hüseyin ve İlyas gibi modern futbol oynayan oyuncularla daha kolay aşılabileceğini, Galatasaray'ın mevcut kadrosuyla biraz daha zamana ihtiyacı olduğunu belirtir. Yorumcu altına hemen ekler: "Hüseyin ve İlyas olduktan sonra size ne gerek var Sayın Derwall, onlar bir şekilde Galatasaray'ı şampiyon yapar zaten."

Haluk Çakıroğlu, ağabeyinin futboluna en yakın oyuncu olarak doğru bir tespitle Tugay'ı gösteriyor. Ancak eklemeden edemiyor: "Fakat çok daha fazla gol atanıydı." Hüseyin'in Fenerbahçe'de ikinci sezonuna başlamadan önce Hayat Spor'a verdiği röportaj karakteriyle ilgili çok önemli ipuçları taşıyor. Neredeyse çocukluğundan beri Fenerbahçeli olan, sonunda hayalindeki takımda oynayan, üstüne üstlük ilk sezonunda şampiyonlukla onurlanmış bir insanın sözleri. Zaten spotu okuyunca, zarif bir insanla karşı karşıya olduğunuzu anlıyorsunuz: "Her insanın bir hedefi olmalı. Benim de hedefim futbola ilk başladığım günden beri İstanbul'da üç büyük takımdan birinde oynamaktı... Ve amacıma ulaşmanın mutluluğu içinde Fenerbahçe'de futbol oynuyorum."

Rakiplerini küçümsemeyen, aksine onurlandıran o kadar sahici, o kadar da içten bir ifade bu. Aynı röportajda bakın neler söylemiş Hüseyin Çakıroğlu: "Türk futbolunda birçok sorunlar var. Bunların başında tesis yetersizliği ve altyapının olmaması geliyor. Bozuk sahalar futbolun kalitesini düşüyor. Ayrıca bu sorunları giderebilecek kişiler olayın bilincinde değil. Futbolun geri kalış nedenlerine beslenme yetersizliğini de eklemek gerekiyor. Düzenli ve yeterli beslenme sağlanamıyor. Ama bunlara rağmen Türk futbolunda ilerlemeler kaydediliyor. Eğer altyapı sorunu halledilirse ki bunun için çalışmalara başlanmıştır, Türkiye gelecekte çok daha iyi futbol vaat etmektedir. Türkiye'de çok büyük futbolcular da yetişiyor. Fenerbahçeli Selçuk, Şenol, İsmail, Beşiktaşlı Metin, Galatasaraylı Erdal beğendiğim futbolcular." Son sözünü o sene oynanacak lige getiren dergiye cevabı da aynı tondan oluyor: "Lig her yıl olduğu gibi bu sene de dört büyük arasında geçecek. Şampiyonluk konusunda şimdiden bir şey söyleyemeyeceğim. Top yuvarlaktır fakat çalışan bunun karşılığını alacaktır ve Fenerbahçe'nin şampiyon olacağına inanıyorum. İleride Türk futbolunun kalitesinin yükselmesini ve gelecekte daha iyi statlarda daha kaliteli bir futbol sergilenmesini diliyorum."

Aynı dönemde Ankara bir büyük maça ev sahipliği yapmaya hazırlanıyordu. Ligin şampiyonu Fenerbahçe, Türkiye Kupası'nı kazanan Galatasaray'la karşılaşacaktı. 12 Haziran 1985 tarihinde iki rakip karşılaştı. Kupanın mahiyetinden çok iki ezeli rakibin düellosu şeklinde tezahür etti final. Veselinoviç takımı şampiyon yapmasına rağmen en çok Hüseyin'e yeteri kadar zaman tanımamasıyla eleştiriliyordu. Lig maçlarında sahada gezinen onca futbolcu varken ilk Hüseyin'i oyundan alıyordu örneğin. Nitekim finale de Hüseyin'siz bir kadroyla çıktı. Galatasaray'ın sağlam defansı ve oyun kurgusuyla pozisyon bulmakta zorlanan Fenerbahçe, devrenin bitimine az bir süre kala Bülent Alkılıç'ın ayağından golü de yiyince, soyunma odasına 1-0 mağlup girdi. Simoviç, Cüneyt Tanman, Raşit Çetiner ve Fatih Terim'den oluşan defans kilidini açabilmek için bir çilingire ihtiyacı vardı sarı-lacivertlilerin. Veselinoviç ikinci yarıya Hasan Özdemir'in yerine Hüseyin Çakıroğlu'nu alarak başladı oyuna. Bununla da ilk yarıyı boşa geçirmiş olduğunu anladı. Fenerbahçe'nin orta sahası bir anda canlanmış, pas trafiği Hüseyin'in kontrolünde makine gibi işlemeye başlamıştı. Fakat Galatasaray defansı hazırlanan tüm pozisyonlarda Repçiç, Şenol ve İlyas'a yine de şans tanımıyordu. Fenerbahçe Galatasaray'ı sahasına hapsetmiş, gerçekten yenilgiyi kabullenmeyen bir şampiyon gibi oynuyordu. Fenerbahçe 57. dakikada Galatasaraylı İsmail'in çift sarı karttan oyun dışı kalmasına rağmen bir türlü istediği gole kavuşamamış, kupanın ezeli rakiplerine gideceği düşüncesiyle karşı karşıya kalmıştı. Ama Hüseyin önderliğindeki Fenerbahçe pes edecek gibi değildi. 78. dakikada orta sahada kaptığı topla ilerlerken iki Galatasaraylıdan sıyrıldı ve yaklaşık otuz metreden Simoviç'in koruduğu kaleye bir füze yolladı. Bitime on dakika kala skor eşitlenmişti. Fenerbahçe baskısı daha sonra da devam etmesine rağmen gol getirmedi. Final uzatmalara taşındı. Uzatmalarda biraz daha toparlanan Galatasaray'la beraber maç bir heyecan kasırgasına dönüşmüştü. Uzun yıllar hafızalardan çıkmayacak bir final oynanıyordu. Nitekim 120 dakika neticelendi, kazanan penaltılarla belirlenecekti. Fenerbahçe'de sırasıyla İsmail, İlyas ve Hüseyin penaltıları gole çevirdi. Galatasaray'da ilk atışı kullanan Simoviç penaltıyı kaçırdı, ardından Abramczik ve Raşit golü buldu. Galatasasaray adına Fatih Terim penaltıyı değerlendiremezken, Selçuk Fenerbahçe'ye sezonun ikinci kupasını getirdi. Fakat kupanın asıl kahramanı maçı çeviren Hüseyin ve penaltılara dur diyen Yaşar'dı. Bir sonraki sezon takımın başına Macar Mezsöly geldi. O sezonun en önemli futbol olaylarından birinin baş aktörlerinden biri de Hüseyin oldu. Belki de en unutulmaz golün sahibi...

Fenerbahçe'ye Şampiyon Kulüpler Kupası'nda ilk turda rakip olarak Bordeaux çıktı. 1984 yılında Avrupa Şampiyonu olan Fransa'nın lig şampiyonu. O zamanlar Fransız oyuncular birkaç istisna dışında çoğunlukla kendi liglerinde boy gösteriyorlardı. Yani diğer anlamıyla Avrupa Şampiyonu olan Fransız Milli Takımı ağırlıklı olarak kendi liginin oyuncularıyla bu başarıyı yakalamıştı. Fenerbahçe'nin durumu umutsuz görünüyordu. Maç televizyondan yayınlanmadığı için tüm Fenerbahçeliler radyoların başındaydı. Daha sonra izlenecek görüntülere kadar her şey tahayyül üzerine kuruluydu. Yayın başladığında ve Murat Ünlü kadroları okuduğunda içimize bir sıkıntı çökmüştü. Hüseyin ilk onbirde yoktu. Oysa Bordeaux, Tigana, Giresse, Batistonlu kadrosuyla tam teşekküllüydü. Fakat Fenerbahçe maça her oyuncusunun iki kişilik oyunuyla başladı. Herkes aklından "Daha ne kadar dayanırlar acaba?"diye geçiriyordu. Oysa topa en çok sahip olanlar Fenerliler oluyordu geçen sürede. Makûs talihini beklemek yerine hücuma kalkıyor, pas yapıyor, şut atıyordu sarı-lacivertliler. 21. dakikada orta sahadan uzatılan topa bir anda hareketlenen Selçuk inanılmaz bir hızla iki Fransız defans oyuncusunun kendisine yaklaşmasına bile izin vermeden kaleci Dropsy'nin solundan fileleri görüyordu. Sevinç büyüktü ama itidâl de gerekliydi. İlk yarı Bordeaux'nun şoku atlatamamasıyla ve Fenerbahçe'nin sakin oyunuyla 1-0 bitti. İkinci yarıda sahadaki oyun futboldan çok bir efor testiydi sanki. 57'de Reinders beraberliği sağlayınca umutlar azalsa da bu golden iki dakika sonra Şenol'un kuvvetiyle taşıdığı topu sağ çizgi dibinden beklenmedik bir şutla kaleye vurması, kalecinin de üzerine gelen bu topu içeri tiplemesi sanki "olacak galiba" dedirtti herkese. Skor 2-1 olmuştu. Ama yorulan Fenerbahçe'yi baskı altına almayı başaran Fransızlar 74. dakikada Hanini'nin golüyle beraberliği sağladı. 61. dakikada orta sahanın top tutabilmesi için yorulan Pesiç'in yerine oyuna Hüseyin'i almıştı Mezsöly. Hüseyin topu tutmakla kalmamış, bir anda Fransızlar için en büyük tehdit haline dönüşmüştü. Tek paslarıyla boş arkadaşlarını görüşü, oyunu rahatlatan hamleleriyle, kuvvetiyle taşıdığı toplarla oyunu Fenerbahçe lehine rahatlattı. Dakikalar 78'i gösterdiğinde ise Parc Lescure Stadı buz kesti. Ceza sahasının hemen ön çizgisindeki pas alışverişinde Hüseyin önünde kalan topa hâkim oldu, önce sağa çekip Batiston'u yatırdıktan sonra kaleyi görür görmez müthiş bir şut çıkardı. Dropsy sağ direk dibine doğru gelen bu topu sadece gözleriyle takip edebilmişti. Fenerbahçe zoru başarmış Fransa şampiyonunu Fransa'da mağlup etmişti.

Hüseyin Çakıroğlu 2. Lig'den bile seçildiği A Milli Takım'da 10 kez forma giydi. 4 kez de Ümit Milli Takım formasını sırtına geçirdi Hüseyin. A Milli formayı ilk kez  29 Ocak 1983'te Ali Sami Yen Stadı'nda 1-1 biten Türkiye-Romanya müsabakasında taşıdı. Yine en unutulmaz maçlarından birini, 30 Mart 1983'de Belfast'ta K. İrlanda'ya karşı çıkardı. 2-1 kaybedilen maçta yine inanılmaz bir performans sergilemişti. Son milli maçı ise 12 Mart 1986'da İsviçre'yi 1-0 mağlup ettiğimiz karşılaşmaydı. A Milliler bir sonraki Yugoslavya deplasmanına inanmak istemedikleri bir haber alarak, ağlaya ağlaya gitti.

Gözyaşları da çiçek açar

Haluk Çakıroğlu'yla yaptığımız sohbette beni en çok etkileyen sözü: "Ben ağabeyime doyamadım," olmuştu. Hüseyin Çakıroğlu 1986 yılında çok hızlı bir şekilde ayrıldı aramızdan. Kimse ne olduğunu anlayamamıştı tam manasıyla. Olayın birinci tanığı kardeşinin ağzından nakledelim o günleri: "Ben 18 yaşına geldiğimde, Fenerbahçe'ye transfer olmasıyla kavuştum ancak ağabeyime. On yılı gurbette geçti. Ağabeyim vefat edeli neredeyse 20 yıl oluyor ama ne zaman tanımadığımız bir ortamda konu futbola gelse, tesadüfen 'Rahmetli Hüseyin'in kardeşiyim' dediğim zaman, Galatasaraylı ve Beşiktaşlı bile olsa karşımdaki insanlar ağlamaklı oluyor. Tanıyorsa, yaşı müsaitse adamın şekli değişiyor. Çoğu gençler tanımıyor çünkü. Beşiktaşlısı, Galatasaraylısı, Trabzonlusu hepsi iyi anıyorlar ağabeyimi. Herkes tarafından sevilen bir yapısı vardı rahmetlinin. Ölüm haberini aldıklarında Milli Takım Yugoslavya deplasmanına doğru yola çıkmış. Şenol ağlaya ağlaya maça gidiyor mesela, hepsi perişan oluyorlar. Çok insancıldı, çok mütevazı, duygusal, ince ruhlu bir insandı. Futbolcuların kültür seviyesi biraz daha düşüktür örneğin basketbolculara nazaran. İstisnai tiplerden biriydi rahmetli. Kitap okumayı severdi, tüm klasikleri alır ve okurdu. Rus yazarları, Dostoyevski'yi severdi mesela. Arkadaşlarına da dikkat ederseniz düzgün insanlardır. Mesela Şenol Çorlu yapı olarak sakin, kültürlü bir insandır; en iyi arkadaşı da oydu zaten. O dönemlerde gece hayatı haberleri meşhurdu; hiç öyle bir şeyi yoktu mesela. Bayan arkadaşı vardı, zaten sözlülerdi. Ama evlenmek kısmet olamadı. Sağ bacağının iç kısmında bir beni var, fotoğraflarında da gözükür. Ben, yavaş yavaş büyüyor. Masör masaj yaparken eline falan takılıyor. 'Ağabey bunu aldıralım' falan diyor. O da önem vermedi, biz de öyle.  Kaya Çilingiroğlu'na gönderiyorlar; onun asistanı var, o alıyor beni. Aldıktan sonra yapılıyor tahlili. Habis çıkıyor, oradan vücuda yayılmaya başlamış. O sıralar zaten idmandan geliyordu, 'Çok yoruldum,' diyordu ki normalde teknik olmasının yanı sıra çok da kuvvetliydi. Teknik oyuncunun gösterdiği dirençten daha fazla direnç gösteriyordu. Bir anda hastalık tüm vücuduna yayılıyor. En son evde bir kriz geçirdi, sara krizi gibi. Ondan sonra götürdük Amerikan Hastanesi'ne ama iş işten geçmişti. Ağabeyimle ilgili hatıralarım hep güzellikler içerir. Sonuçta Derwall gibi Alman Milli Takımı'nda görev yapmış bir futbol adamının bile ilk bahsettiği oyuncu Hüseyin ise, bu az şey değildir diye düşünüyorum. Gaziantep'ten buraya Milli Takım kampına gelirlerdi, Tarabya Oteli'ne. Ben kampa giderdim, takım elbiselerini götürürdüm. Beni futbolcularla tanıştırırdı, örneğin Fatih Terim'le, Raşit Çetiner'le. Maçlardan sonra da konuşurduk. Mesela bir K. İrlanda maçı vardı, çok iyi oynamalarına rağmen deplasmanda 2-1 kaybetmişlerdi Belfast'ta. Onun dönüşünde altı oyuncuyu havaalanında askere aldılar, ağabeyim de dahil. Saçlarını kestiler, ondan sonraki maçta hepsi keldi. Bunları anlatırdı, çok hoşsohbet bir insandı. Ama istediği kadar ne Fenerbahçe'yi ne Milli Takım'ı yaşayabildi. Biraz geç keşfedildi. Kayıbıyla hepimiz bir travma yaşadık. Ben Fenerbahçe altyapısından yetiştim, İstanbul dışına gidecektim. Gidemedim, çünkü büyük ağabeyim İskenderunspor'daydı. Hüseyin ağabeyim rahmetli olmuştu. Üstüne babam vefat etti, annemi bırakıp da gidemedim. Burada 3. Lig'de falan oynadım. Bu travma belki benim futbol hayatımı bile etkiledi. O  zaman başkan Tahsin Kaya'ydı, sağolsun çok ilgilendiler. Kulüp çok ilgilendi, hiçbir mağduriyet yaşamadık. Tüm futbolcularla iyi arkadaştı. Büyük ağabeyim o zaman Uzunköprüspor'da oynadığı için hastanede bir gün annem, bir gün biz kalıyorduk yanında. Beşiktaşlı Metin, Rıza falan geldiler, çok severlerdi ağabeyimi. Hatta Metin çıkamadı yukarıya, 'Tutamam kendimi, ağlarım', diye. O söz konusu olunca sanki kulüpçülük kalmazdı ortada. Galatasaraylısı, Trabzonlusu, her kulüpten geldiler ziyaretine."

Sen tek başına değilsin

Yazının en başında dediğim gibi, benim için Fenerbahçe Hüseyin Çakıroğlu'dur. Başka bir şey değil. Tüm bu yazının ara başlıkları ilk bakışta anlamsız gelebilir. Ara başlıkların hepsi 1985 yılında kaybettiğimiz şair Abdülkadir Bulut'tan alıntı. Başlıkların tümü onun bir şiirinin adıdır. Travma insanı hiç beklemediği anlarda vurur. Sevdiğiniz bir futbolcu ya da sevdiğiniz bir şairin zamansız kaybı, fark etmez. 80'lerin ortası benim için böyle bir anlam ifade ediyor. Keşfedilen kahramanların kayboluşu...

Bir yıl arayla göçüp giden iki kahraman, ben her zaman ikisini birbirine çok yakın buldum. Biri hiç tanışamadığım ama uzaktan bile tanıyıp sevdiğim, vefatıyla derin bir üzüntü duyduğum insan. Yıllar sonra kardeşinin çizdiği profili sevgi ve hürmetle dinleyip, sahte değil aksine bir o kadar gerçek oluşuyla, onunla ilgili tüm düşüncelerimi katlayarak büyüten Hüseyin Çakıroğlu. Diğeri ise Anamur'un kekik kokulu şairi. Kitabını almak için girdiğim bir yerde kitapçı arkadaşın "Bir dakika," deyip kaybolduğu ve kendisiyle çıkageldiği, tanıştığım için kendimi şanslı addettiğim, adıma imzaladığı kitabını hâlâ kütüphanemin amentüsü gibi sakladığım Abdülkadir Bulut. Biri yeşil sahalara, diğeri kağıtlara sanatını nakşetmiş, hemen hemen aynı tarihlerde bazı çocukları kahramansız bırakmış iki değerli insan.

Hüseyin Çakıroğlu'yla ilgili bir metnin her yerine yakışır Abdülkadir Bulut'un dizeleri. Sonuna olduğu gibi:

"Sen tek başına değilsin
Yağmurda koşan taylar gibi
Ve toprağı iyice kavrayan
Kökler kadar akranın var
Omuzlarında hayat ve şiir
Alınterinden bir yürüyüş."