TR
EN
Site İçi Arama
Detaylı Arama
Guus Hiddink: "Hayattan sonra futbol gelir" 1.09.2010
Guus Hiddink: "Hayattan sonra futbol gelir"
Onun için "futbolun bilge adamı" diyor birçokları. Doğudan batıya, kuzeyden güneye dünyanın dört bir yanında takım çalıştıran, çok farklı kültür ve inanışların insanlarıyla ortak başarılar üretebilen bir futbol gezgini aynı zamanda. Adını uluslararası bir markaya dönüştüren ünlü teknik adam şimdi tüm bilgi ve birikimini Millî Takımımız için kullanacak. Büyük usta, başlıktaki cümleyle özetlediği futbol felsefesini TamSaha'ya anlattı.

Röportaj: Bağış Erten /TamSaha

Dünya Kupası'nda başlayalım isterseniz. Sonuçta dünya futbolunun en büyük sahnesi orası. Yeni ekoller, yeni yaklaşımlar için harika bir festival. Nasıl buldunuz kupayı?

Sizin de söylediğiniz gibi, Dünya Kupası ve Avrupa Şampiyonları futbolda yeni bir şey görmek için en güzel turnuvalardır. Etkileyici futbolun izlerini, takımların yeni dizilişlerini hep oradan takip ederiz. Ama Güney Afrika 2010'un bu açıdan pek verimli geçmediğini düşünenlerdenim. Kupanın futbol kalitesinden çok memnun kalmadım. Tabii birkaç istisna dışında. Almanya mesela... Müthiş bir turnuva geçirdiler. Skorlara bakarsanız her zaman turnuvalarda iyidirler. Ama bu sefer performans olarak da üst düzeye çıktılar ve geçmişten farklı olarak göze hoş gelen bir futbol ortaya koydular. 2002'de bir değişim hamlesi yaptılar ve altyapıda eğitim sistemlerini revize ettiler. Artık karşımızda pozitif, atak oynayan bir Almanya var. Asıl güzel olan, bu değişimin Dünya Kupası'nda da işe yaramasıydı. Almanya'yı seyretmek büyük bir zevkti. Almanya önemli bir istisnaydı. Ama kupada çok fazla seyre değer takım izlediğimizi söylemek zor.

Bu kupadaki futbolu iki ekole indirgeyebiliriz sanırım. Bir yanda Brezilya, Hollanda gibi belki de kendi tarihlerini reddederek gelen, sonuç odaklı, rakibe göre kendini konumlayan, sert takımlar var. Diğer yanda ise kendi futbolunu oynamaya çalışan, hücum ve topa sahip olma konusunda hünerli İspanya, Almanya gibi takımlar. Bu yoruma katılır mısınız?

Az önce İspanya'yı bu kupadaki istisnalardan biri olarak saymadım. Çünkü onların "yeni" bir şey olduklarını düşünmüyorum. Senelerdir böyle oynuyorlar. Euro 2008'de Rusya'nın başındayken iki kez karşılaştık. O zaman da amaçları güzel futbol oynamaktı, şimdi de öyle. Ama Hollanda ve Brezilya konusunda haklısınız. Defansif bir oyun anlayışları vardı ve bu onların özgün stili değildi. Brezilya her zaman sambalı, "joga bonito"lu bir oyun vaat ederdi. Hollanda ise topa sahip olmayı sever, bireysel inisiyatiflere özgürlük alanı tanırdı. Bu turnuvada bunların hiçbiri yoktu. Bir Hollanda taraftarı olarak hayalimdeki Hollanda'yı bir tek Brezilya maçının ikinci yarısında izleyebildim. Evet, finale çıktılar ama dünyadaki tüm futbolseverlerde estetik açıdan yoksunluk duygusu bıraktılar. Brezilya da öyle.

Bir röportajınızda "Hollanda'da iyi oynamadıktan sonra Dünya Kupası'nı almak bile kimsenin hoşuna gitmez" demişsiniz. Hakikaten böyle midir? Kupayı kaldırırsanız iyi oyun, kötü oyun tartışılır mı? Sizin için de böyle mi?

Kupayı kaldırmak çok önemli. Ama nasıl kaldırdığınız da en az onun kadar önemli. Uzun vadede, sizi var eden şey futbol stilinizdir. Brezilya ya da Hollanda çok kupa kaldırdıkları için değil, oynadıkları oyunla ünlüler. Bu takımlardan şampiyonluk kadar yaratıcılık, atak oyun, bireysel yeteneklerin sahaya sürülmesi beklenir. Final mi oynadılar, dördüncü mü oldular; bu önemli değildir. Aslolan bu oyun tarzıdır. Şöyle düşünelim, siz kendi ekolünüze sadık kaldığınızda, kazanamadığınızda bile teselli verecek bir şeyler bulursunuz. Sonuçta, hiç değilse iyi oynamışsınızdır. Ama öyle oynamaz, negatif bir futbol profili ortaya koyar ve buna rağmen kaybederseniz, o zaman sıkıntı çok daha büyük olur. Tesellisi yoktur çünkü.

Bu durumda Hollanda'yı Dünya Kupası açısından başarısız mı buldunuz?

Pek çok kişi "Önemli olan kupayı kaldırmaktır, nasıl aldığımız önemli değil" diyor olabilir. Ama bu yaklaşım Hollanda'yı değil, İtalya'yı çağrıştırıyor insana. Bunun doğru bir şey olduğunu düşünmüyorum açıkçası.

Biz Türkiye'den kupayı izlerken kendimizi şampiyonluk adaylarından ziyade bizim gibi takımlarla özdeşleştiririz. Almanya, İspanya değil de mesela bir Uruguay, bir Şili daha yakın gibi görünür. Bu takımlar sizce önemli bir rol modeli olabildiler mi?

Özellikle Şili bu konuda çok iyi bir anlayış ortaya koydu. Onlar da atak oynayan, iyi organize olmuş bir takımdı. Japonya ve Güney Kore de bazen iyi futbol oynadı. Ama daha fazla örnek bulmak zor. Bence en iyi rol modeli ne olursa olsun İspanya'ydı. Futbol anlayışlarından hiç ödün vermediler, hep aynı taktikle oynadılar ve yıllardır bu taktiğin üzerinde çalışıyorlar. Ödüllerini de topluyorlar.

Sorumluluk futbol ailesinin

Ama şöyle bir sorun var. İspanya kaç senelik bir yatırımın sonucunda geldi oraya? Altyapılarda bile yıllarca aynı futbolu oynadılar. Tıpkı 1998'de Fransa'nın yaptığı, 2002'den beri Almanya'nın yapmaya çalıştığı gibi… Bütün bu örneklerin arkasında uzun soluklu futbol hamleleri var. Böyle uzun vadeli projeler mi örnek alınmalı?

Bence öyle. Ama sadece federasyonun yapacağı bir şey değil bu. O ülkedeki kulüplerin oyun tarzından, futbolcu yetiştirme programlarından, ligin oyun kalitesinden bağımsız bir şey yapamazsınız. Oyuncuları nasıl "scout" ediyorsunuz, nasıl izliyorsunuz? Ne gibi eğitim programları uyguluyorsunuz? 17-19'lu yaşlardaki oyuncular gelişmelerine yetecek kadar forma şansı bulabiliyorlar mı? En büyük kulüpten en alttaki kulübe dek buna dikkat ediliyor mu? İşte tüm bunlarla birlikte bir ekol kurabilirsiniz. Bu da futbol ailesinin tamamının sorumluluğunu gerektiren bir şey. Birileri tek başına yapamaz.

Peki, bunu nasıl yapacağız? Kulüpler bu ilkeleri nasıl uygulayabilir?

Ben 2005'te PSV Teknik Direktörü olduğumda, kulübün ana tüzüğüne, yani deyim yerindeyse anayasasına şöyle bir madde koydurtmuştum; "en az beş altyapı oyuncusu her hafta en az dört gün A takımla antrenman yapacak." Bu bir zorunluluktu. Orada altyapı, antrenmana çıkacak oyuncu yetiştirmek, A takım da onlarla ilgilenmek zorunda. İki yönlü bir yükümlülük yani. İşe yarar mı? Önünde sonunda mutlaka yarayacaktır.

Türkiye'de işe yarar mı bu?

Türkiye 70 milyonluk bir ülke. Sadece istatistiksel olarak baksak bile, mutlaka pek çok yetenek vardır. Bu kadar yoğun nüfus içinde mutlaka olmalı. Önemli olan şu; siz o yetenekleri hangi sistemle arıyorsunuz, takip ediyorsunuz? Okullarla bağlantınız nasıl? Herkese açık seçmeler ne kadar yaygın? Bölgesel futbol okulları ne kadar verimli? Bunların pek çoğunda Türkiye mesafe almış durumda. Ben de bu sürecin bir parçası olmak ve bunun ürünlerini toplamak için gelmedim mi zaten?

20 yaş çok geç

Aslında Türkiye altyapı takımlarında, özellikle millî takım düzeyinde öne çıkan ülkelerden sayılır. U17, U19 düzeyinde pek çok başarımız var. Hatta katılım ve başarı açısından pek çok Avrupa ülkesini geride bırakıyoruz. Son 20-30 yılda yarı final ve finallerimiz var. Ama sorun sanki o yaş grubundan çıktıktan sonra başlıyor bizde. 20'li yaşlara geldiğinde beklendiği gibi bir sıçrama yapamıyor bizim futbolcularımız. Neden sizce?

20 yaş bir futbolcu için çok geç. Bugünün futbolunda 20 yaşındaysanız ve yetenekliyseniz, takımınızın en önemli oyuncularından biri olmalısınız. Artık sizin potansiyelinizle değil, gerçek futbol düzeyinizle ilgilenilmeli. 18 yaşındaki oyunculara bile forma vermekte tereddüt etmemek gerek. Çünkü futbol olgunluğu o yaşlarda bile bir noktaya gelmiş olmalı. Büyük kulüp ya da küçük kulüp fark etmez. Her maça çıkmasalar da 20 yaş altı oyuncular takımlarında forma giymeye başlamış olmalı. 21 yaşındaki bir oyuncuya genç diyebilmek için en az iki senedir onu A takımda izliyor olmamız lâzım. Yani süreklilik şart. Aksi takdirde yeteneklerin ortaya çıkması güçleşir.

Bu durumda işiniz biraz zor sanki. Çünkü bizde gençler kolay forma bulamıyor. Yarışmacı takımlar gençleri oynatmakta tereddüt ediyor. Bizde Thomas Müller'ler bulmak çok zor bu yüzden. Ne yapacaksınız bu durumda?

Bunun için aslında herkesin rol alması gereken bir ilişkiler bütünü gerek. Basınından takımına, antrenöründen federasyonuna herkes bunu teşvik ederse gençler cesaret kazanır. Antrenörler genç oyuncu oynatmakta bence boşa tereddüt ediyor. Dünyanın her yerinde taraftar genç ve yeni yetenekler görmek ister. Ama bunu yapabilmeleri için, ilk kötü sonuçta günah keçisi olmamaları gerek. Her yenilgiyi onlara yüklerseniz teknik adamlar da yenilikler konusunda hep ürkek davranır. Güven çok önemli burada. Özellikle de kısa ve orta vadede.

Millî Takım Teknik Direktörü olarak siz kulüpleri ve antrenörleri, yeni yetenekleri oynatmak konusunda cesaretlendirebilir misiniz peki?

Bu biraz kulüplere bağlı. Türkiye'de iki yönlü bir hedef var her zaman. Bir yandan Türkiye ligi, bir yandan da Avrupa'da başarı. Pek çok transfer Avrupa'da başarı için de yapılıyor. Ama başarısızlıklar bitmiyor. Bu durumda bence dönüp şuna bakmak lâzım; benim altyapı eğitimim nasıl, oradan bana neden bir fayda gelmiyor? O kadar yabancı getirince de başarısız olabilirsiniz, bir sürü genç oynatarak da. Ama sonuçta birinde daha az zararlı çıkarsınız, öyle değil mi? Bu açıdan yabancı tercihleri çok önemli. Size ekstra katkı yapmayacak hiçbir yabancıyı almamanız gerek bence. İkincil, üçüncül düzeydeki yabancılar, hele de katkı veremiyorlarsa altyapının önündeki önemli bir engel oluyorlar. İngiltere bile bu sorunu yaşıyor. Bugün Avrupa'da pek çok kulüp finansal kriz yaşıyor. Sadece bu bile altyapı hamlesi için iyi bir bahanedir. Sonuçta krizden çıkmanın en ucuz yolu altyapıdan oyuncu oynatmaktır. Yanlış anlaşılmasın, yabancı oyuncuya karşı değilim. Ama onların ekstra bir şeyler vermesini bekliyorum.

Düşük tempo kalite ölçüsünü gizler

Ama Türkiye'de şöyle bir sorunumuz var. Buraya gelen yabancılar Avrupa'nın en iyi yabancıları değil. Onlar daha çok beş büyük ligi tercih ediyor. O yüzden gelenler kolay kolay en iyiler olamıyor. Daha da önemlisi, bize ekstra bir şeyler veren futbolcular, Avrupa'da aynı düzeyde oynayamıyor. Çünkü bizim ligimiz mücadeleci ama yavaş ve temposuz bir lig. Burada iyi görünen, Avrupa'nın önde gelen liglerinde sınırlı kalabiliyor. Buna ne diyorsunuz?

Biz teknik adamlar olarak bunu değiştirmeye yönelik daha cesur olmalıyız. Kontrol oyunu her zaman önemlidir. Ama düşük tempo bugün futbolunuzun en büyük sorunlarından biri. Hücuma dönük daha fazla varyasyon ve daha hızlı aksiyon bulmamız lâzım. Tabii ki kontrol oyununun önemini yadsımıyorum. Çıkıp Şampiyonlar Ligi'nde "Önde basın, kontrolü bırakın" diyecek halim yok. Ama düşük hızda giden bir maç, kimin ne kalitede olduğunu gizleyen bir şeydir. Eğer düşük tempo bir futbol kimliği haline gelirse size çok fazla şey katmaz. Bu bazen küçücük değişikliklerle bile giderilebilir bir sorundur. Mesela topu kaptığınızda ilk eğiliminiz ne, hangi yöne dönüyorsunuz? İleri mi, geri mi? Hızlı mı hareket ediyorsunuz, yavaş mı? Premier Lig'i özel ve güzel kılan bu. Chelsea, Manchester United gibi takımlar topla her buluştuklarında hızla oyunu ileriye taşıyor. Pas hatası yapmıyorlar mı? Yapıyorlar. Ama eğilim hep öne doğru. Kontrol değil, hücum. Seyirci de bunu destekliyor, tüm futbol kamuoyu da.

Simon Kuper sizin için "Hangi millî takıma giderse kendini o takıma uyarlar, eksiklere göre bir takım yaratır" mealinde bir şeyler yazmıştı. Bu sayede Kore'ye kazanmayı öğrettiğiniz, Avustralya'ya takım olmayı gösterdiğiniz, Rusya'ya disiplini getirdiğiniz söyleniyor. Yani her takımın önce özelliklerine bakıyor, sonra da eksik olanı tamamlıyor gibisiniz. Peki, Türkiye'de eksik olan şey ne? İlk izlenimleriniz neler?

Hızla neyin iyi, neyin geliştirmeye muhtaç olduğunu araştırıyorum. Buradaki oyuncuların teknik olarak bir sıkıntısı olduğunu düşünmüyorum. Ama demin de söylediğimiz gibi bir tempo problemi var. Güç var, ama atletik yetenekler sınırlı. Topla çok iyisiniz ama fizik olarak onu hızlı yapabilecek durumda değilsiniz. Patlayıcı, akışkan bir oyun için atletik yapının gelişmesi şart. Bu sadece fiziksel bir yükleme değil. Bu aynı zamanda bir mantalite değişimi. Mesela, topu kaptığımızda, önce oyunu soğutup ne yapacağımıza mı bakacağız? Yoksa hızla atağa çıkmak için en kısa sürede karar verip topu öne mi taşıyacağız? Bu sadece fiziksel değil, mental bir değişim. Cesaret lâzım, vizyon lâzım. İşimiz kolay değil. Bunu görüyorum. Ama olmayacak diye bir şey yok.

Bu yüzden mi yeni bir kondisyoner getirdiniz?

O bu sürecin sadece bir parçası. Bir tek fizik kondisyonerle olacak bir şeyden bahsetmiyoruz. Kulüpler dâhil herkesin bir parçası olacağı bir değişimden bahsediyoruz. Teknik oyuncuları birer atlet haline getirmek değil hedef. O yeteneklerin atletik bir yapıda hız kazanması.

Türk Millî Takımı için en önemli eleştirilerden biri agresif yapısıyla ilgili. Sadece oyun içi agresiflikten değil, öfke kontrolüyle ilgili bir sorundan bahsediyoruz. Sizin de böyle bir tespitiniz var mı?

Duygusal agresiflikten bahsediyorsanız evet, bu takım için çok iyi bir şey değil. Ama oyun içinde belirli bir agresiflik her zaman vardır. Burada sorun kontrol kaybı olduğunda başlar. Ben henüz Türkiye'de böyle bir öfke kontrolü problemi tespit etmedim. Gereksiz kart görmeler, oyun içi olmayan agresiflikler yok daha. Ama bu konuda ben netim. Hakeme itirazdan, gereksiz öfkeden kart görmeleri hiçbir zaman tasvip etmem.

Bunu şu yüzden sordum aslında. Sizin hakkınızda çıkan pek çok yazıda hep aynı vurgu var. Hiçbir zaman paniklemezmişsiniz. Hiçbir zaman kontrolü kaybetmiyormuşsunuz. Bu doğru mu?

Panik biraz büyük bir lâf. Panik olmakla olmamak arasında çok fazla aşama var. İşler kötü gittiğinde de tabii ki yapacak bir şeyler vardır. Ama söz konusu olan Millî Takım'sa bu biraz daha zordur. Çünkü işler kötü gittiğinde kulüpte olduğu gibi bütün yıl beraber değilsinizdir ve onu düzeltecek zamanınız yoktur. Kısa sürede müdahale etmeniz gerekir. Ki çoğunlukla da kulüpler ne sunduysa onunla sınırlısınız. O yüzden zor zamanlarda akıllı kararlar almak gerekir. Ama bugün Millî Takım'a gelen oyuncular kendilerinden ne beklendiğini çok daha iyi biliyor. Sahada da öyle, saha dışında da. Sahada taktik ve stratejik açıdan, saha dışında ise giydikleri formanın ağırlığı açısından.

Dünyanın en başarılı millî takım teknik direktörlerinden birisiniz ve dünyanın en iyi teknik direktörleri arasında gösteriliyorsunuz. Peki, sizin temel stratejiniz nedir? Sabit bir taktiğiniz mi var? Ona göre mi oyuncu seçersiniz? Yoksa oyunculara göre bir taktik mi?

Genelde taktik anlayışıma göre oyuncu seçerim. Bu yüzden atak oyuna yatkın oyuncularla çalışmayı severim. Topu ayağında tutabilen, her pozisyona uyum sağlayabilen oyuncuları tercih ederim. Ama kimseden de yapılması imkânsız şeyler istemem. Herkesin bir kapasitesi vardır ve onu dikkate almak zorundasınız. Tabii ki oyuncuları geliştirmeye çalışırım. Ama o da bir yere kadardır. Bazen oyuncuları bir yerden sonrasına zorlamak doğru değildir. Eğer öğrenmeye açıksa elimden geleni yaparım. Ama sınırları belliyse, o sınırlar içinde hareket ederim. Futbolcu yetenekleri lastik gibidir. Nereye kadar çekebilirseniz çekersiniz. Ama koparsa yapacak bir şey kalmaz. Eğer bir oyuncuya yüzde 10-15 katkı verip, onu geliştirebiliyorsanız bu müthiş bir başarıdır. Eğer buna uygun bir iletişim kurabilirsem herkesin gelişimine bu tarz bir katkı vermek isterim.

İlk izlenimiz nedir? Türk futbolcusu gelişime açık mı?

Daha çok yeniyiz burada. Daha uzun bir arada kaldığımızda, daha fazla maç yaptığımızda daha iyi anlayacağız. Umarım yeni oyun tarzına hızla uyum sağlarız ve oyuncular bu yönde gelişime açık olur. Zeki, yetenekli oyuncular genelde her duruma uyum sağlar. Bazılarının ufkunu belki biz açacağız, bakış açılarını genişleteceğiz. Ama asıl onların algısı önemli.

Duyduğum kadarıyla geçmişinizde pek çok başka iş yapmışısınız. Köpek eğitmenliği, çiftçilik, öğrenme zorluğu çeken çocuklara öğretmenlik, hatta şarkı söylemeyi de seviyormuşsunuz. Bunlardan hangisi futbolda işinize yarıyor?

Evet, bir çiftlikte büyüdüm ve toprakla uğraşmayı severim. İnek de sağdım, çift de koştum. Büyükbabam köpek yetiştirirdi. Ona eşlik etmeye bayılırdım. Ama en çok öğrenme zorluğu çeken çocuklarla çalışmaya bayılırdım. Jimnastik ve spor eşliğinde onlara bir şeyler öğretebilmek çok güzeldi. Son derece komplike bir işti. Bugün de durum farklı değil. Kompleks bir işim var. Bazen çiftçilik de işe yarıyor, ama en çok da öğretmenlik deneyiminden yararlanıyorum. Evet, pek çok kamera var, bütün kamuoyunun ilgisi futbolculara dönük. Ama yine de onlar da öğrenmeye açıklar ve öğrenecek şeyleri var. Öğrenme zorluğu yaşayanlara bir şeyler öğretmeyi başarırsanız herkese öğretebilirsiniz. Şarkı söylemeyi de severim, o ayrı bahis.

Yirmi yıl önceyle bugünü nasıl karşılaştırırsınız? İlk geldiğiniz zaman, Fenerbahçe yıllarınız ve şimdiki zaman… Nasıl geliyor size?

Antropolog değilim ama Türkiye'nin nasıl geliştiğini görmek için antropolog olmak gerekmiyor. Pozitif yönde bir gelişme bu. Futbol da bu gelişmeden nasibini aldı haliyle. Politikacıların futbolla ilgilenmesi boşa değil. Çünkü futbol hızlı ilerliyor. Müzikle birlikte dünyanın en global dilinden bahsediyoruz. Sınırların ötesine geçen bir spor bu. Türkiye'ye baktığımda, 20 yıl öncesine göre futbol anlamında da toplumsal anlamda da bu global bakışı yakalayan bir ülke görüyorum. Son ekonomik kriz bunun en önemli göstergesi. Türkiye bunu hep pozitif tarafından aldı. Sporda da durum farklı değil. Euro 2016'nın ev sahipliğini kaybettiğimizde ben federasyondakilerden, başkandan daha büyük bir hayal kırıklığı yaşadım neredeyse. Ama onlar başlarını dik tuttular ve ertesi günden itibaren devam etme kararı aldılar. Bu beni çok etkiledi. Bu yüzden her şeyin farklı olduğunu düşünüyorum. Bu çok cesaret verici bir gelişme.

Sabah akşam futbol konuşan, taktik tartışan, tatilde bile maç izleyen bir toplumuz. Yargı adli tatile çıkıyor, okullar tatil yapıyor, doktorlar izne gidiyor ama futbol hiç ara vermiyor. Kendisi değilse de sohbeti bitmek bilmiyor. Bu da diğer sosyalleşme biçimlerini sekteye uğratıyor. Kültür, sanat dünyasına uzak kalıyoruz. Bildiğim kadarıyla siz de bundan şikâyetçisiniz. Mesela arkadaşlarınızı sadece spor alanından değil ekonomi dünyasından, müzisyenlerden de seçiyorsunuz. Siz de bazen futboldan uzak kalmak istiyorsunuz değil mi?

Evet, ben hayatın diğer sosyal alanlarıyla teması seviyorum. Müzisyen arkadaşlarım, sanatçı arkadaşlarım var. Ama bir dostum var ki, bana hiç katılmıyor. Haftada bir aramızda futbol oynuyoruz. Pek kıpırdayacak hâlimiz yok ama ayağa pas yaparak eğleniyoruz. Hatta dünyanın en iyi futbolunu oynadığımız illüzyonuna kapılıyoruz. Zaten futbol dediğiniz şey bir illüzyon değil mi? Neyse, ben ne zaman o arkadaşıma sizin söylediklerinizi söylesem, "Politika, müzik, sanat önemli" desem, "Sen delisin. Bana futboldan daha önemli bir şey söyle. Söyleyemezsin. Hayatta futboldan öte bir şey yoktur" diyor. Sanırım bu yüzden kimse futbol konuşmaktan vazgeçmiyor. Bence futbol dünyadaki en önemli şey değil. Önce hayat gelir. Ama galiba en önemli ikinci şey olabilir. Yaşamdan sonra futbol.

Futbolla hiç ilgilenmeyen arkadaşlarınız var mı?

Olsa da benimle arkadaşlık ederken ilgilenmek durumunda kalıyorlar. Hatta bazıları futbol üzerinden bir sürü şey keşfediyor. Çok iyi iki arkadaşım vardı. İkisi de futbolla pek ilgilenmezdi. Bir gün onları futbol maçına davet ettim. İkisi de çok ünlü orkestra şefleriydi. Biri Londra Senfoni Orkestrası şefi Valery Gergiev, diğeri de Dallas Senfoni Orkestrası şefi Jaap van Zweden. Çok sevindiler. Ama onları locaya falan oturtmak yerine yelek giydirip foto muhabirlerinin yanına koydum. Böylece aynı hizadan futbol izlediler. Maçtan sonra geldiler ve çok etkilendiklerini söylediler. O mesafeden izlemek onları büyülemişti. İkisi de kendi alanlarında önemli isimlerdi, büyük kalabalıkların önüne çıkmaya alışkınlardı. Buna rağmen futbol onları etkilemeyi başarabiliyordu. Bunu düşününce hakikaten çok önemli bir şeyden bahsettiğimizi görebiliyorum. Bazen sıkılıyor olabiliriz, ama onun dünyadaki yerini yadsıyamayız.